John Locke ve Negrolar
Fundamental Constitutions of Carolina
Aziz Yardımlı

idea yayinevi site haritası 
 

 
John Locke
Fundamental Constitutions of Carolina



Doğal yıkım
Avrupalıların Amerikalara yerleşmesinin Amerika, Avrupa ve Afrika kıtaları üzerinde trajik sonuçları da oldu. İlk olarak üç kültür — Maya, İnka ve Aztek — başlıca Avrupalıların getirdiği bulaşıcı hastalıklar ve kitle kıyımları sonucunda fiziksel olarak yok edildi, belli bölgelerde nüfus %95'e varan oranlarda düştü. Kimi araştırmalara göre süreçte ölenlerin sayısı 90.000.000 kadar idi. Kuzey Amerika'da 1600'e gelindiğinde başlıca Eski Dünyadan getirilen ve yerlilerin bağışık olmadığı hastalıklar sonucunda nüfusun yalnızca %10 kadarı sağ kaldı.


İnsan tarafından yıkım
Sonra kölecilik sepildi. İlk olarak 1500'de Portekizliler tarafından başlatılan köle tecimi zamanla Avrupa kolonilerinde tarım emeğine duyulan açlık tarafından körüklendi. İngiliz donanmasının üstünlüğüne bağlı olarak, İngiliz kolonilerine köleler sağlama işi doğallıkla İngilizler tarafından üstlenildi. 1600'de Virginia'nın nüfusunun yalnızca %7'si Afrika kökenli iken, 1750'de oran %44'e yükseldi. İngilizler Afrikalıları insan-altı olarak görüyorlardı. Karalık (ve Çinliler ve Hintliler de bu sınıfa düşüyordu) kirlilik, günahkârlık ve barbarlık demekti; beyazlık ise güzellik ve erdem, temizlik ve uygarlık. (David Hume Afrikalıların "aşağı" olmaları olgusunu tenlerinin (complexion) beyaz olmaması olgusunda çıkarsamada bir güçlük görmedi.).




Hollanda kölelik anıtı.
     

İngiliz yararcılığı
Amerika'daki Koloniler hiç kuşkusuz Amerika'dadır ama İngiliz kolonileridir, "Amerikan kolonileri" değil. Ve köleleri kullananlar, köleleri Amerika'ya taşıyanlar ve köleliği kuramsal olarak aklayanlar İngilizlerdir. Gerçekte modern kölelik kurumu aşağı yukarı bütünüyle bir İngiliz fenomenidir, ve hiç kuşkusuz Hollandalılar (%7 pay ile çoğu Brezilya'ya olmak üzere Afrika'dan 600.000 kadar köle taşımışlardır), İspanyollar, Almanlar, Fransızlar ve giderek Danimarkalılar bile moral gelişmişlikten değil, yalnızca bütün bir kolonizasyon sürecinde daha az güçlü oldukları için bu insanlık suçuna ve utancına göreli olarak daha az katıldılar. Afrika'dan Amerikalara götürülen kölelerin sayısı 12.000.000 kadardır. Ve büyük çoğunluğu Afrikalı negro Kralların kendileri tarafından Avrupalılara satılan bu insanlar için zulüm yolculukta başlıyordu. Gemilerde genellikle her bir Afrikalı için aşağı yukarı bir tabut büyüklüğünde yer vardı ve pislik, buna bağlı hastalıklar, açlık ve susuzluk sonucunda kargonun önemli bir bölümü yolda telef oluyordu.


Kölelik yasal olarak İngiltere İmparatorluğunda 1834'te, Fransız kolonolerinde 1848'de, Hollanda'da 1863'te, ve Birleşik Devletler'de İç Savaştan sonra 1865'te kaldırıldı. Doğal olarak, köleliğin kaldırılmasının yürürlüğe koyulması için on yılların geçmesi gerekti.


Köleliği kaldıran İngiltere 19'uncu yüzyıl sonlarında köleliği yeniden icat etti ve bu kez İmparatorluğun çeşitli bölgelerine dağıtmak üzere Hindistan'dan bir milyon insan "sözleşmeli" olarak köleleştirildi. (LİNK)


İngiliz Görgücülüğünün suç ortaklığı
Eğer evrensel insan hakları, duyunç özgürlüğü ve yasa egemenliği soyut kavramlar ve olanaksız özlemler olmaktan çıkacak ve modern politikanın tözü olacaksa, bu kavramlar onların bilgisine yapılan bütünüyle belirli İngiliz katkısından arındırılmalıdır. İngiliz Görgücülüğü evrensel insan hakları (doğal hak) kavramını başından reddetti. Duyunç özgürlüğü kavramını moral iyi ve kötü yerine “haz ve acı” ölçütlerini geçiren ahlak-dışı ve etik-dışı yararcılığa indirgedi. Ve yasa egemenliği kavramını hak ve ahlakın ayrılığını savunan enteresan bir legal pozitivizm ile bozdu, despotun buyruğunu yasa ile eşitledi.


İngiliz felsefesinin aşağı yukarı bütününde görgücülük karakterini taşıması ve kendi yerelliği içinde ussalcılığa kapanması bir raslantı değildir. Bir felsefenin yerelliği kendini içinde bulunduğu göreli kültüre uyarlamasının göstergesidir. İngiliz felsefeciliği kendilerini zamanlarının ve çevrelerinin dünya görüşlerini anlatmaya ve aklamaya adayan Bacon, Hobbes, Locke, Hume gibi ‘felsefecilerin’ bir yaratısıdır. Böyle türevselliği kendine yöntem yaparak, bu ‘felsefe’ kavramın toplumsal bir kurgu, ve evrenselin metafiziksel bir yanılsama olduğu görüşünü ‘felsefenin’ ön-koşulu yapmıştır. Felsefenin gelişimsel doğası hiç kuşkusuz onu zamansal ya da tarihsel bir görelilik üzerine koşullu kılar. Ama İngiliz Görgücülüğü durumunda olan şey tarihselliğin bir sonucu değil, tam tersine Felsefe Tarihinin kendisini reddetmenin bir sonucudur. İngiliz Görgücülüğünün mantıksal görgücülüğe ve analitik geleneğe evrimlenerek açıkça bütün bir klasik felsefeye karşı irrasyonel ve ilkel bir tepki biçimini alması yalnızca aynı sığlığın değişmeden sürdüğünü gösterir. Görgücülük etik ve entellektüel bir düşüşte sonlanır. Ve görgücüler kendi kuramlarını uygulayarak bütünüyle etik-dışı ve usdışı zombilere dönüşmekten ancak hayvan inancı yoluyla kurtulurlar.


FELSEFİ MELANKOLİ
David Hume

David Hume ve hayvan inancı

İNSAN DOĞASI ÜZERİNE BİR İNCELEME
KİTAP I.
ANLAK ÜZERİNE

İnsan usundaki bu çelişkiler ve eksiklikler karmaşasının yeğin görüşü üzerimde öylesine etkili oldu ve beynimi öylesine kızıştırdı ki, tüm inanç ve uslamlamayı yadsımaya hazırım ve hiçbir görüşe giderek bir başkasından daha olası ya da olabilir diye bile bakamıyorum. Neredeyim, ya da neyim? Varoluşumu hangi nedenlerden türetirim, ve hangi duruma geri döneceğim? Kimin iyiliğini elde etmeye çalışayım, ve kimin öfkesinden korkmalıyım? Hangi varlıklar kuşatır beni, ve kimin benim üzerimde etkisi ve benim kimin üzerinde etkim vardır? Tüm bu sorularla kafam karıştı, ve kendimi imgelenebilecek en acıklı durumda, en koyu karanlık tarafından kuşatılmış ve her örgen ve yetinin kullanımından bütünüyle yoksun bı- rakılmış duymaya başlıyorum.

Ne mutlu ki, us bu bulutları dağıtmaya yeteneksizken, doğanın kendisi bu amaç için yeterlidir, ve ya bu kafa eğilimini gevşeterek ya da küçük bir oyalanmayla ve duyularımın tüm bu kuruntuları gideren diri izlenimi ile beni bu felsefi melankoli ve sabuklamadan kurtarır. Yemek yerim, bir tavla oynarım, söyleşilere katılırım, ve dostlarımla mutluyumdur; ve üç dört saatlik eğlenceden sonra, bu kurgulara geri döndüğüm zaman bunlar öylesine soğuk, gergin ve saçma görünürler ki, içimden onlara daha öte girmek gelmez

A TREATISE OF HUMAN NATURE
BOOK I.
OF THE UNDERSTANDING

The intense view of these manifold contradictions and imperfections in human reason has so wrought upon me, and heated my brain, that I am ready to reject all belief and reasoning, and can look upon no opinion even as more probable or likely than another. where am I, or what? From what causes I derive my existence, and to what condition shall I return? whose favour shall I court, and whose anger must I dread? what beings surround me? and on whom have I any influence, or who have any influence on me? I am confounded with all these questions, and begin to fancy myself in the most deplorable condition imaginable, inviron’d with the deepest darkness, and utterly depriv’d of the use of every member and faculty

Most fortunately it happens, that since reason is incapable of dispelling these clouds, nature herself suffices to that purpose, and cures me of this philosophical melancholy and delirium, either by relaxing this bent of mind, or by some avocation, and lively impression of my senses, which obliterate all these chimeras. I dine, I play a game of back-gammon, I converse, and am merry with my friends; and when after three or four hour’s amusement, I wou’d return to these speculations, they appear so cold, and strain’d, and ridiculous, that I cannot find in my heart to enter into them any farther



Englishmen and philosophy
Georg Santayana

Englishmen and philosophy

“I don't think Englishmen are inclined to think, unless there is something wrong with them; the good and happy ones don't think at all; they merely feel the pleasant eloquence and practical import of language. They can be great poets and sailors (not generals!) but they are lost in philosophy; and only the small cranky minds among them take to philosophy hard.”

Letters 5:88 (To Daniel MacGhie Cory, Rome, February 24, 1934)




İngiliz felsefesi Bacon ve Locke gibi düşünürlerin elinde bilgiyi duyu-algısından türeten antik sofizme dönerek doğdu ve olması gerektiği gibi başlıca Kıta rasyonalizmine yönelik bir tepki olarak belirlendi. Görgücülük ne zaman ‘bilgi’den söz etse, bu gerçekte hiçbir zaman kavramına uygun bilgi değil, ama ‘görgül bilgi’ ya da kuşkudur. Ne zaman ‘Us’tan söz etse, bu her zaman tutkulara boyun eğmek zorunda olan özgürlüksüz bir hesaplama yetisidir. Ve ne zaman ‘ahlak’tan söz etse, demek istediği şey haz ve acı duyguları tarafından belirlenen güdülerin yalancı-ahlakıdır. Usun tutkular tarafından belirlendiği yerde özgür istenç ve duyunç yoktur.


Aynı görgücü okuldan gelen daha çağdaş düşünürler, örneğin mantıksal pozitivistler ve analitik gelenekçiler de istençten ve duyunçtan yoksun görgücü ahlak ve etik ‘felsefeleri’ ürettiler — sanki haz ve acı duyguları moral öçütler olarak alınabilirmiş gibi, sanki hedonizm bir tür ‘ahlak felsefesi’ imiş gibi, ve sanki yararcı ‘etik’ bir etik kuramları çokluğu arasından seçilebilecek herhangi bir etik kuramı imiş gibi.

Bu bakış açısından, ‘yararlı/useful’ olan moral ölçüttür. Mutluluk iyi birşeydir ve İyi ise haz verendir. Ve haz insan eylemlerinin başlıca güdüsüdür. Bu etik hedonist ‘etik’tir. Bu durumda etik ve etik-dışı arasında bir ayrım olduğunu söylemek olanaksız olur, çünkü etik-dışı olan haz veren olduğu düzeye dek etik olan ile özdeş olur. Böyle ahlak ‘felsefeleri’ ile en büyük ahlaksızlıklar onaylanabilir, ve böyle etik ‘kuramları’ ile en büyük kitle kıyımları aklanabilir. Bugün en ileri akademik kurumlarda öğretilen böyle ‘felsefeler’ ve böyle ‘kuramlar’ gerçekte insanlık suçlarına ortaktırlar.


Anglikan Kilesesinin kurumsallığı altında, İngiliz moral gelişimi yarı yolda durmuştur. İngiliz entellektüel gelişimi de yarı yolda durmuştur. Felsefi çaba birincil olarak kültürden özgür olması, düşünceyi verili kalıplarında değil, nesnel olarak ya da kendinde olduğu gibi alması ile belirlenir. Ait oldukları kültürün moral ve entellektüel yetersizliğini paylaşan İngiliz Görgücülerinin özgür ussal düşünmeyi nasıl reddettikleri ve görgücülük için öncelikle insanın etik karakterinin indirgenmesinin gerektiği özellikle John Locke durumunda sergilenir. İngiliz Görgücülüğün babası olarak ve iyi bir görgücü olarak, moral belirlenimleri duyunçtan değil, iç ‘deneyim’den, haz ve acı duygularından türetir. Ve nesnellikten bütünüyle yoksun moral belirlenimleri dürtülere bağımlı kılması gerekir. Locke bunların ikisini de yapar, ve duyuncu özgürlüğünden yoksun bırakarak etik-dışı toplumsal normları sorgulama gücünden de bağışlar.


John Locke ‘yararcı etik’ kuramını realiteye başarılı olarak uyguladı ve düşüncenin kendisinin moral doğası olan dürüstlük ve doğruluk niteliklerini gözardı ederek kuramında sonuç açısından gerekli olan ayarlamaları yaptı. Böyle ‘ahlak felsefesinde’ sonuç ona götüren süreci aklar.

Locke’un moral felsefesi duyunç yetisine başvurmayan ya da ondan yoksun olan bir düşünürün nasıl bir ahlak kuramı sunabileceğini sergilemesi açısından ilgiye değerdir. Ona göre, İyi hazdır ve haz insan eyleminin güdüsüdür. Duyum tüm düşüncelerimizin “büyük kaynağı”dır. Bu öncüllere göre, normal olarak ahlak felsefesi ile anlaşılan şeyden değil, ama onun reddedilmesinden söz edilebilir.

Ahlak insanın iyi ve kötü açısından özgürce yargıda bulunabilmesini, duyuncu ile iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve eğriyi, haklıyı ve haksızı ayırdedebilmesini ilgilendirir. Ya da dilersek ahlak ödev de denebilecek olan doğru, dürüst, düzgün davranışın ne olduğunu saptama işi ile ilgilidir ve moral olan pekala duyusal haz vermeyebilir ya da giderek bedensel acıya neden olabilir.


Locke’un görgücü öncülleri onu doğallıkla kendinde iyi ya da kötü kavramlarından uzak tutar, onların yerini duyumlara bağlı haz ve acı ile doldurmaya götürür. O zaman bir eylemin moral niteliği sonuç ile, haz verip vermediği ile göreli olur.


Başlangıçta doğal düşüncesi ile köleliği kınayan Locke bir süre sonra kendisi köle tecimine ortak olmayı kabul etmekle kalmadı, bütün bir köle tecimi politikasını aklayacak çalışmalara girişti, sözde ‘liberal’ İncelemelerini bu politikaya uygun olarak formüle etti, kavramlarını yeni realitesine ve olgularına uygun olarak ayarladı, ve yazdığı bir ‘Anayasa’da efendinin köleleri üzerindeki saltık hakkını, uygun gördüğünde kölelerini öldürme hakkını da akladı.


Locke’un bu duyunç düşüşü durumunda bilgisiz duyuncun dayanıksız duyunç olduğunu, ya da salt düşüncesiz bir alışkanlık yapısı olan etik normların dayanıksız olduğunu gösteren özel bir örnek de buluruz. Duyunç dışsal olabilir, doğrular ve eğriler, iyiler ve kötüler bireysel bilince hazır yapılı olarak dışarıdan, dinsel ve kültürel yetkeler tarafından, genel olarak çevre tarafından aşılanabilir. Etik normlar korku üzerine, ödül ve ceza üzerine dayanabilirler. Dışsal duyunç gerçekte bir duyunçsuzluk durumudur ve bunun böyle olduğu dışsal etmen ortadan kalkar kalkmaz görülür.


 


John Locke dört yılını Fransa'da yolculuklar yaparak (1675-9) ve altı yılını Hollanda'da sürgünde geçirdi (1683-9).


     
John Locke’un köle tecimi yapan Royal Africa Company (köle teciminde İngiliz tekeli, 1671) ve Bahamalar ile tecim yapan Company of Merchant Adventurers (1672) adlı şirketlerde yatırımları vardı. Kolonilerdeki kölelik ve köle tecimi ve konusunda tam olarak bilgili idi. Kolonial ilgileri olan yalnızca John Locke değildi. James Mill ve John Stuart Mill de “East India Company”nin yönetimine katıldılar. Ama liberalizm ve kolonializm arasında bağlayıcı halka olma onuru John Locke için ayrılır — eğer Locke liberal ise ve özgürlük ‘sömürme özgürlüğü’ gibi birşeyi kapsıyorsa.

 



East India Trading House, Londra. 1600'de kurulan The East India Company 1638'de "East India House" olarak bilinen yeni binasına taşındı. Yararcılık Etiği üzerine işleyen "Şirket"in Çin'e opium ve Amerikan kolonolerine çay satış politikası Opium Savaşları ve Boston Çay Partisi olaylarında sonuçlandı.


John Locke Birinci İnceleme’de (1689) köleliği kınar, onu bir ‘gentleman’ (Robert Filmer) için yakışıksız bulur: “Kölelik insanın öylesine alçak ve sefil bir durumudur ki, ve ulusumuzun yüksek gönüllü huyuna ve yürekliliğine öylesine doğrudan karşıttır ki, bir İngilizin, üstelik bir beyefendinin onu savunması kolay kolay düşünülemez.”
§ 1. “Slavery is so vile and miserable an estate of man, and so directly opposite to the generous temper and courage of our nation, that it is hardly to be conceived that an Englishman, much less a gentleman, should plead for it.”


Locke’un ‘liberalizmini’ savunanlar bu satırları gösterirler. Ama “such a friend to mankind as Mr. Locke” gerçekte köleliği kendine bütünüyle yakıştırır ve yine aynı kitapta köleliği haklı bir savaşın bir sonucu olarak aklar. Köleler “haklı bir savaşta alınan tutsaklar”dır ve “doğa hakkı yoluyla efendilerinin saltık egemenliği ve keyfi gücü altında dururlar.” “Kölelik meşru olarak yenen biri ve bir tutsak arasında sürmekte olan savaş durumu[dur].”
§ 85: “... captives taken in a just war”; “... by the right of nature subjected to the absolute dominion and arbitrary power of their masters.”
§ 24: “... slavery [as] the state of war continued, between a lawful conqueror and a captive.”

 

JEAN-JACKQUES ROUSSEAU
TOPLUMSAL SÖZLEŞME, KİTAP 1 / DU CONTRAT SOCIAL / LIVRE 1
Grotius ve başkaları sözde kölelik hakkı için savaşta bir başka köken bulurlar. Yenen yanın, onlara göre, yenilen yanı öldürme hakkı olduğu için, yenilen yaşamını özgürlüğü pahasına satın alabilir. Grotius et les autres tirent de la guerre une autre origine du prétendu droit d’esclavage. Le vainqueur ayant, selon eux, le droit de tuer le vaincu, celui-ci peut racheter sa vie aux dépens de sa liberté.


İkinci İnceleme’de
şunlar da bulunur:

Eğer biri “kendi hatası ile, ölümü hak eden bir edim sonucunda kendi yaşama hakkını yitirmişse, onu kendisine yitirdiği kişi onu (yaşamını) almayı erteleyebilir ve onu kendi hizmetinde kullanabilir, ve bununla ona bir zarar vermiş (ya da haksızlık yapmış) olmaz.”
§ 23. “... having by his fault, forfeited his own Life, by some Act that deserves Death; he, to whom he has forfeited it, may … delay to take it and make use of him to his own Service, and he does him no injury by it.”


Bu satırların yazarı olan Locke daha önce Carolina için yazdığı Anayasalar’da “her özgür insanın köleleri üzerinde saltık hakkı olduğu” görüşünü savundu. Bu son sözler yalnızca kötü bir ‘deneme’nin satırları arasına yerleştirilmiş rasgele sözler değil, bir ‘anayasa’ maddesi idi. Ve Locke’un kölelik görüşünü aklayan ‘haklı savaşın’ haksız olmaması için hiçbir neden yoktu.

“Çevir gözlerini öteki yarı-küreye, ve bak Carolina’ya, yasamacısı bilge Locke olan.”
“Jetez les yeux sur l’autre hémisphére, voyez le Caroline, dont le sage Locke fut le législateur,” Voltaire, Traité de la tolérance (1763).


Bir simyacıyı—Newton’ı—Kıtaya bilim adamı diye tanıttıktan sonra, aynı kültüre yine aynı yüceltmecilik ile bir köle tüccarını tanıtan Voltaire’in önerisini dinleyelim ve Carolina’ya, ve önce koloninin bilge Locke tarafından yazılan Anayasasına bakalım:


The Fundamental Constitutions of Carolina
(March 1, 1669)
John Locke

Madde 110. Carolinalı her özgür insanın hangi görüşten ya da dinden olursa olsun negro köleleri üzerinde saltık gücü ve yetkesi olacaktır.

One hundred and ten. Every freeman of Carolina shall have absolute power and authority over his negro slaves, of what opinion or religion soever.

Locke

(LINK) John Locke, The Fundamental Constitutions of Carolina


John Locke’un Anayasanın birçok maddesini zamanla değiştirmiş, ama 110’uncu Maddeyi olduğu gibi bırakmıştır. Temel Anayasalar’dan 1704’teki ölümüne dek gurur duymuştur.


Anglo-Saxon görgücüler John Locke imzalı bu kitabın kanıtına karşın, Locke’un köleciliği doğruladığını yadsırlar ve onu Shatesbury’nin diktesi üzerine yazdığını ileri sürerler. Utanç büyüktür. Ama Locke böyle bir telkinin altında kalmış olsa bile, liberalizm üzerine yazan birini moral sorumluluğu olmayan bir çocuk olarak göstermek saçmadır. Bunun dışında İkinci İnceleme'de yine açıkça kölelik doğrulamaları vardır. Böyle bir düşünürün ‘liberal’ olarak kabul edilmesinin gösterdiği tek şey bu insanların kendilerinin özgürlük bilinci açısından sefillikleridir. Bu kasıtsız bir yanlışlık değildir. Bile bile yapılan bir yanlışlıktır ve modern dünyanın en iyi eğitim kurumlarının ortak olduğu ve sürdürdüğü bir iki-yüzlülük ve hiledir. İngiliz felsefeciliği aptal bir dünya kültürünü aldatmayı ve sefil bir gurur duygusu yaşamayı başarmıştır. Ama bu kendinde eşit ölçüde gerçek bir utanç duygusudur.

 


THE Fundamental Constitutions OF CAROLINA (1668).
     

Fundamental Constitutions of Carolina 1669’da Carolina Eyaletinin sahipleri olan Lordlar tarafından kabul edildi. Köleciliğin ve İngiliz kolonizaysonun tarihinde önemli bir belgedir. Mülkiyet Sahibi Lordlar (Lords Proprietor) Carolina’yı Florida’ya yerleşmiş olan İspanyolların saldırılarına karşı sağlamlaştırmak istiyorlar ve bu amaçla bölgeye daha fazla kolonist çekmeleri gerekiyordu. Buna göre gelecek olan İngiliz yerleşimcilere dinsel hoşgörü, kamu vergileri üzerinde gücü olan bir parlamentoda politik temsil hakkı ve büyük toprak sahipliği teklif edildi. Lordlar ateistler dışında her dinden yerleşimciyi kabul ediyorlardı. Her ailenin her bir üyesine 100 ya da 150 dönümlük toprak veriliyordu. Yatırım için kapitali olan yerleşimciler çekebilmek için, Mülk Sahibi Lordlar yatırımcı yerleşimciye Koloniye getirilecek her bir köle için 150 dönüm toprak da teklif ettiler. Bu teşvikler 1700’e kadar 6.600 kolonistin gelmesini sağladı. Bunlar arasında başlıca İngilizler ve Fransız Protestanlar (Huguenotlar) bulunuyordu.


Mülk Sahibi Lordlar Carolina’daki toprağın beşte birinin, ve soyluluk ikinci bir beşte birin sahipleri idiler. Toprağın geri kalanı Carolina’nın bir Tanrıya inanan ve o Tanrıya kamusal olarak tapınan özgür insanları için ayrılmıştı.







   

Mülk Sahipleri olan sekiz Lord arasında Carolina’ya en büyük ilgiyi gösteren Lord Shaftesbury idi. Shaftesbury (ya da Anthony Ashley Cooper) on beş yıl boyunca kişisel sekreterliğini ve danışmanlığını yapmış olan John Locke’un yardımı ile Koloninin yönetimi için bir plan olan “Grand Model for the Province of Carolina”nın taslağını hazırladı. Planda Fundamental Constitutions of Carolina da kapsanıyordu.

He (Locke) also gained financially from his service under Ashley, investing alongside his patron in the Royal African Company (£400 in 1674 and £200 more in 1675) and in the Bahamas trade (£100 in 1675) which he liquidated at profit (in 1676).8

8. Maurice Cranston, John Locke: A Biography (Oxford, UK: Oxford University Press, 1957), 115n3; and Roger S. Woolhouse, Locke: A Biography (Cambridge: Cambridge University Press, 2007), 111, 463.


John Locke tarafından yazılan Anayasanın asıl amacı Mülk Sahiplerini çıkarlarını korumak ve kolonide bir demokrasi yaratılmasının önüne geçmekti. Mülk Sahipleri Anayasaları feodal bir toplum ve hükümet kurmaya çalışmak için kullandılar. Feodal hükümetin başında gücü kendi aralarındaki vasallık ilişkilerine göre paylaşan soylular bulunacaktı.


John Locke’un Yeni Dünyaya feodalizm aşılama çabalarına katkıda bulunmuş ve kölelik kurumuna ‘felsefi’ bir aklama getirmiş olması bile liberalizmin babası olmasının önüne geçmemiştir.


John Locke’un “Temel Anayasaları” liberalizm ve kölelik arasına bir bağ getirmek için bir kanıt değildir, çünkü Locke’u ‘liberal’ olarak kabul etmenin geçersiz olmasının yanısıra, liberalizm kavramı gereği köleliği doğrulayamaz — yeter ki liberalizm ‘kapitalizm’ olarak okunmasın, çünkü kapitalizmde yararcı ‘etik’ kuramına göre moral ölçüt ‘kapital’ olacaktır.




John Locke’un mülkiyet kuramına göre mülkiyet emeğin ürünüdür ve bir nesnenin bir kişinin mülkiyeti olması için kişinin emeğini o nesne üzerinde uygulaması, o nesneye emeğini karıştırması gerekir. Ve köle alınıp satılan bir mülkiyettir.


Fundamental Constitutions

by John L. Bell, 2006






The Fundamental Constitutions of Carolina, called the "Grand Model," provided the form of government and society for the Carolina colony from 1669 to 1698. The Lords Proprietors of Carolina first issued the constitutions in 1669, then disseminated revisions in 1670, January 1682, August 1682, and 1698. The constitutions were suspended from 1693 to 1698.


The main purposes of the Fundamental Constitutions were to protect Proprietary interests and to avoid the creation of a democracy. The Proprietors used the constitutions to try to establish a feudal government and society, so far as permitted by the Carolina charter of 1663. The feudal government was to be headed by nobles with the titles of palatine, landgrave, and cacique. They were to rule through their own courts, a grand council, and a Parliament. Freemen were to have a voice in government, but slaves and others who were bound were to have none. This government and feudal society were never fully implemented. Only the palatine’s (Proprietor’s) court operated for a time.

 
 

 


Birinci İnceleme’de
Locke Avrupalı yerleşimcilerin “Yerlilere karşı” savaş açmak ve “onlardan gelen herhangi bir zarara karşı tazminat aramak” için bir haklarının olduğundan hiç kimsenin kuşku duymayacağını söyler (I. § 130). Bunu aklamak için gerekçe Amerika’nın bir “doğa durumu”nda olması ve “bir doğa durumunda doğa yasasının uygulamasının her insanın eline kalması”dır (“the Execution of the Law of Nature is in that State, put into every Mans hands” I. § 7). Bu yasaya göre, “herkesin o yasayı çiğneyenleri onun çiğnenmesini önleyecek bir derecede cezalandırma hakkı vardır” (“whereby every one has a right to punish the transgressors of that law to such a degree as may hinder its violation”; I. § 7).

§ 130. ... “A planter in the West Indies has more, and might, if he pleased (who doubts?) muster them up and lead them out against the Indians to seek reparation upon any injury received from them.”



 
 


Royal African Company

1672’de kurulan Royal African Company (RAC) Stuart hanedanı (İskoç kökenli) ve Londra tecimcileri tarafından tasarlandı. Önderi York Dükü John (II. Charles’ın kardeşi) olan Şirkete köle teciminde tekel hakkı verildi. 1680 ve 1686 yılları arasında Şirket yılda ortalama 5.000 köle taşıdı ve 1720’lerin başındaki kapanışına dek rakam 150.000’e ulaştı. Köle pazarını Hollandalılardan ve Fransızlardan çalmada önemli rol oynayan Şirketin çabaları ile İngiltere’nin transatlantik köle pazarında %33 olan payı %74’e yükseldi. Şirketin tekelci kısıtlamaları bağımsız köle tecimcilerinin tepkisine yol açtı. Bağımsız tecimcilerin girişimleri sonucunda Glorious Revolution’un arkasından gerçekte kolonilerin köle istemlerini de karışlayamayan tekel kaldırıldı ve İngiliz köle teciminin tablosu değişti. 1687 ve 1720 arasında Şirketin pazar payı yüzde 97’den yüzde 4’e düştü.


Transatlantik köle tecimine bağlı olarak 1820 gibi geç bir tarihte Amerika’ya göç eden her Avrupalıya karşılık düşmek üzere dört Afrikalı köle vardı. (The Trans Atlantic Slave Trade Database)


 
İngiliz Görgücülüğü ve Atlantik Köle Tecimi

Yararcılık

Standart biçiminde yararcılık iki ilkenin bileşiminden oluşur:

  • Sonuçcu ilke (consequentialist principle)
  • Hedonist ilke

Sonuçculuk ilkesine göre bir eylemin doğruluğu ya da yanlışlığı ondan doğan sonuçların iyiliği ya da kötülüğü tarafından belirlenir. Hedonistik ilkeye göre kendinde iyi olan biricik şey haz, ve kendinde kötü olan biricik şey acıdır. Buna göre mutluluk hazların bir toplamı olarak kabul edilir ve o zaman yararcı ilke "en büyük mutluluk ilkesi" olarak özetlenebilir: Bir eylemin doğruluğu ondan etkilenen insanların mutluluğuna katkısı tarafından belirlenir.

Yararcı "etik" ancak duyunçsuz bir "insan" için bir "etik" değerini taşır. Yararcılık ahlak ve dolayısıyla etik için birincil kavramları, iyi ve kötü, doğru ve eğri kavramlarını "haz" ve "acı" ile değiştirir ve en büyük haz miktarını üreten "sonuç" etik değerin belirleyicisi olur. Burada haz "mutluluk" için birincil bileşen olarak kabul edilir ve "sonuç" terimi biraz daha inceltilerek "en büyük sayının en büyük mutluluğu" ile değiştirilr. "Hedonistik etik" bir İngiliz buluşudur. İngiliz felsefecileri kavramlara diledikleri tanımı verirler, sözcüklerin anlamlarını değiştirirler, ve uslamlama dedikleri şeyi bu plastik tasarımların eşit ölçüde plastik ilişkileri olarak kabul ederler.
The participants in the Atlantic slave system included Arabs, Berbers, scores of African ethnic groups, Italians, Portuguese, Spaniards, Dutch, Jews, Germans, Swedes, French, English, Danes, white Americans, Native Americans, and even thousands of New World blacks who had been emancipated or were descended from freed slaves but who then became slaveholding farmers or planters themselves.  

Aydınlanma ve Irkçılık: Zorunlu bir sentez?
Eğer "ırkçılık kuramlarının" öncülüğü denebilecek birşey varsa bu utanç verici “kuramcılık” çabaları John Locke (1632-1704), David Hume (1711-1776) ve Immanuel Kant (1724-1804) gibi felsefeciler tarafından başlatılmıştır. Yalnızca beyaz ırk dışındaki insanlığı değil, ama insana bilgi yetisini yadsımalarında genel olarak insanlığı küçük düşüren bu üç "kuşkucu" felsefeci aynı zamanda Aydınlanmanın da birincil adlarıdır. Ve Aydınlanma boşinanca karşıtlığının yanısıra ilerlemeden yana, özgürlükçü, eşitlikçi bir dünya görüşü olarak da kabul edilir. Ama eğer ilerlemeyi politik boyutunda düşünürsek, bu düşünürler — Fransız ortakları olan Voltaire ve Diderot ile birlikte — despotizmde dururlar. Özgürlük ile ve insan hakları ile anladıkları şey "evrensel" olmak yerine kuramlarında kendileri tarafından sergilendiği gibi sınırlıdır. Ve bu aynı zamanda onlara bir evrensel politik "eşitlik" kavramını yüklenmesine izin vermez.


Bu ve benzeri kuşkucu düşünürlerin tümünde insan doğası ya da insan özü kavramı problemlidir. Kuşkucular, özellikle İngiliz Görgücüleri "evrensel" kavramına bir anlam veremezler ve "bilgikuramı" dedikleri saçmalamalar zemiminde zorunlu olarak onu "metafiziksel" bir kurgu olarak görür ve reddederler. Aynı şey Viyana Çevresi pozitivistleri için de geçerlidir, çünkü evrensel ne olursa olsun doğrulanabilirlik ölçütünün dışında yatar ve öyleyse anlamsızdır. Homo sapiens düşünme ya da uslamlama yetisini taşıyan bir türdür, ve ırkları tikellikleri olarak kendi altında kapsar. Ussallık insanın evrensel belirlenimidir ve birey ya da tekil insan ancak bu evensele ait olduğu için bir bireydir. Platon ve Aristoteles’in evrensel insan doğası kavramından yoksun olmalarına karşın, Stoacılar ile başlamak üzere rasyonalist felsefecilerde insanı entellektüel yetilerine göre sınıflandırma denebilecek birşey görülmez. Tam tersine, insanın evrensel eksiksizleşebilirliği ortak temalarıdır. Hegel insanlığı yalnızca kültürel gelişme düzeylerine göre ayrıştırır, homo sapiens içerisinde ırksal bir hiyerarşi ileri sürmez, ve genel olarak Kuzey Afrika'yı "Batı" kültürünün bir bölümü olarak kabul eder. Rousseau'da da evrensel insan doğası kavramı onun modern demokrasi kuramının özünü oluşturur (üstelik devleti bir "sözleşme ilişkisi" olarak görmesi bütünüyle saçma olsa da). Genel olarak Anglo-Saxon felsefeciliğinde başlıca bu iki felsefeciye yönelik açık ve ölçüsüz düşmanlık tutumu Anglo-Saxon görgücülüğünün açık insanlık-dışı tutumunun yüzlerine vurulması olgusuna karşı bir önlem olarak görünür.

David Hume, Ulusal Karakterler Üzerine, Bölüm I, Deneme XXI
Negrolar ve genel olarak tüm başka insan türleri ve beyazlar

   

“Negroların ve genel olarak tüm insan türlerinin (çünkü dört ya da beş ayrı tür vardır) doğal olarak beyazlardan aşağı olduklarından kuşku duyma eğilimindeyim. Hiçbir zaman beyazdan başka herhangi bir tende uygar bir ulus olmamış, ne de giderek eylemde ya da kuramsal düşüncede seçkin herhangi bir birey olmuştur. Aralarında hiçbir becerikli üretici yoktur, hiçbir sanat ve hiçbir bilim yoktur. Öte yandan, beyazların en kaba ve en barbar olanları bile, örneğin eski GERMENLER, şimdiki TATARLAR, henüz yiğitliklerinde, hükümet biçimlerinde ya da başka herhangi bir tikel özellikle seçkin birşey taşırlar. Eğer doğa bu insan soyları arasında kökensel bir ayrım yapmamış olsaydı, böyle biçimdeş ve değişmez ayrımlar yüzyıllar ve çağlar boyunca yer alamazdı. Sömürgelerimizin sözünü etmesek bile, tüm Avrupa’ya dağılmış Negro köleler vardır ki aralarından hiç biri hiçbir zaman herhangi bir beceri belirtisi göstermemiştir, gerçi aramızdaki eğitimsiz aşağı insanlar işe koyulup kendilerini herhangi bir meslekte sivriltecek olsalar bile. Aslında JAMAİKA’da bir negrodan yetenekli ve bilgili bir insan olarak söz ederler; ama kendisine çok yetersiz başarılarından ötürü hayranlık duyuluyor olabilir, tıpkı birkaç sözcüğü açıkça konuşan bir papağan gibi.”

David Hume, OF NATIONAL CHARACTERS, Part I, Essay XXI 
Negroes and in general all other species of men and the white

“I am apt to suspect the negroes and in general all other species of men (for there are four or five different kinds) to be naturally inferior to the whites. There never was a civilized nation of any other complexion than white, nor even any individual eminent either in action or speculation. No ingenious manufactures amongst them, no arts, no sciences. On the other hand, the most rude and barbarous of the whites, such as the ancient GERMANS, the present TARTARS, have still something eminent about them in their valour, form of government, or some other particular. Such a uniform and constant differences could not happen in so many countries and ages, if nature had not made an original distinction betwixt these breeds of men. Not to mention our colonies, there are Negroe slaves dispersed all over Europe, of which none ever discovered any symptoms of ingenuity, tho’ low people, without education, will start up amonst us, and distinguish themselves in every profession. In JAMAICA indeed they talk of one negroe as a man of parts and learning; but ‘tis likely he is admired for very slender accomplishments like a parrot, who speaks a few words plainly.”

http://www.econlib.org/library/LFBooks/Hume/hmMPL21.html

Kant'ın "ahlak felsefesi" Köleciliği yararlığı temelinde aklayamazdı. Karaların "köleliğe" indirgenebilmeleri için insan-altı olmaları gerekiyordu. Ve irrasyonalizminin ona "karalık" teriminden "aptallık" terimini çıkarsamak için izin verdiğini düşündü. Küçük beynine göre, "aptallık" birinin köleleştirilebilmesi için yeterli idi.



Immaunel Kant
(Gözlemler/ Beobachtungen, 253-4): Hume’un Kant’ı Afrikalı Negrolar Konusunda İkinci Uyandırışı

   

“Afrikalı Negroların doğal olarak ahmaklığın üzerine çıkan hiçbir duyguları yoktur. Bay Hume herkesi bir Negronun yetenekli olduğunu gösterecek tek bir örnek vermeye çağırır, ve ülkelerinden başka yerlere götürülen yüz binlerce kara derili arasında birçoğunun, özgür bırakılmalarına karşın, gene de sanatta ya da bilimde ya da övgüye değer herhangi bir başka nitelikte büyük herhangi birşey sunduğunun görülmediğini ileri sürer. Bu iki insan ırkı arasındaki ayrım öylesine özseldir ki, ansal yetenekler açısından da renk açısından olduğu denli büyük görünür.”

(Beobachtungen) [http://www.korpora.org/kant/aa02/253.html]

Immanuel Kant ‘(Gözlemler/ Beobachtungen, 253-4): 
Die Negers von Afrika und Herr David Hume

“Die Negers von Afrika haben von der Natur kein Gefühl, welches über das Läppische stiege. Herr Hume fordert jedermann auf, ein einziges Beispiel anzuführen, da ein Neger Talente gewiesen habe, und behauptet: daß unter den hunderttausenden von Schwarzen, die aus ihren Ländern anderwärts verführt werden, obgleich deren sehr viele auch in Freiheit gesetzt werden, dennoch nicht ein einziger jemals gefunden worden, der entweder in Kunst oder Wissenschaft, oder irgend einer andern rühmlichen Eigenschaft etwas Großes vorgestellt habe, obgleich unter den Weißen sich beständig welche aus dem niedrigsten Pöbel empor schwingen und durch vorzügliche Gaben in der Welt ein Ansehen erwerben. So wesentlich ist der Unterschied zwischen diesen zwei Menschengeschlechtern, und er scheint eben so groß in Ansehung der Gemüthsfähigkeiten, als der Farbe nach zu sein.”

(Beobachtungen) [http://www.korpora.org/kant/aa02/253.html]

Immanuel Kant (Gözlemler/ Beobachtungen, s. 254) 
Afrikalının Aptallığının Aşkınsal Tanıtı

“Rahip Labat karılarına karşı mağrur davranışından ötürü kınadığı bir Negro marangozdan şu yanıtı aldığını anlatır: ‘Siz beyazlar gerçekten aptalsınız, çünkü ilkin karılarınıza büyük ödünler verirsiniz, ve sonra sizi çıldırttıklarında yakınırsınız.’ Ve bunda belki de üzerinde düşünmeye değer birşey olabilir; ama, kısaca, bu herif tepeden tırnağa kapkaraydı — söylediklerinin aptalca olduğunun açık bir tanıtı.”

 

“Der Pater Labat meldet zwar, daß ein Negerzimmermann, dem er das hochmüthige Verfahren gegen seine Weiber vorgeworfen, geantwortet habe: Ihr Weiße seid rechte Narren, denn zuerst räumet ihr euren Weibern so viel ein, und hernach klagt ihr, wenn sie euch den Kopf toll machen; es ist auch, als wenn hierin so etwas wäre, was vielleicht verdiente in Überlegung gezogen zu werden, allein kurzum, dieser Kerl war vom Kopf bis auf die Füße ganz schwarz, ein deutlicher Beweis, daß das,was er sagte, dumm war.” 

(Beobachtungen) [http://www.korpora.org/kant/aa02/253.html]

Bertrand Russell kendisi bir görgücü olarak aynı görgücü felsefenin zaman-üstü çıkarsamalarına bir kez daha anlatım verecekti:

“Bütününde negroları ortalamada beyaz insanların altında görmek haklı görünür, gerçi tropiklerdeki işler için vazgeçilmez olsalar ve bu nedenle yokedilmeleri (insanlık sorunlarından ayrı olarak) istenebilir olmaktan oldukça uzak olsa da.”

‘‘It seems on the whole fair to regard negroes as on the average inferior to white men, although for work in the tropics they are indispensable, so that their extermination (apart from questions of humanity) would be highly undesirable.’’ — Bertrand Russell, Marriage and Morals, p. 266 (1929).

History of slavery in Amsterdam (LINK)

Why does slavery seem to be forgotten in the Netherlands? Of course feelings of shame among the Dutch about this horrible aspect in the national history play a role, even more so because this ‘aspect’ brought Amsterdam much of the wealth still visible in those beautiful 17th and 18th th century canal houses. Like in any other country, national history focuses on its heroes and victories and prefers to leave out the dark sides.

WIC

Dutch slave trade was, however, completely organised from Amsterdam and the city in the province of Zeeland: Middelburg. The company responsible for the slave trade was the Dutch West India Company (Nederlandse Westindische Compagnie or WIC). Based in Amsterdam from 1621 until 1730 and financed by Amsterdam bankers, the WIC transported around 600.000 Africans on special slave ships to Suriname, the Dutch Antilles and Aruba.

 
Brezilya
A similar boom in Brazil - for coffee - drew further cargoes of Africans across the Atlantic and by 1872 there was an African-based population of 5,700,000 living in Brazil.
 
Overview of the Slave Trade Out of Africa (LINK)


Afrika'dan Amerikalara Köle Taşıyıcıları (ülkelere ve yüzyıllara göre) (LINK)

Spain / Uruguay Portugal / Brazil Great Britain Netherlands U.S.A. France Denmark / Baltic Totals
1501-1600 119,962 154,191 1,922 1,365 0 66 0 277,506
1601-1700 146,270 1,011,192 428,262 219,931 4,151 38,435 27,391 1,875,632
1701-1800 10,654 2,213,003 2,545,297 330,014 189,304 1,139,013 67,334 6,494,619
1801-1900 784,639 2,469,879 283,959 3,026 111,871 203,890 16,316 3,873,580
Totals 1,061,525 5,848,265 3,259,440 554,336 305,326 1,381,404 111,041 12,521,337
 
İdea Yayınevi Site Haritası | İdea Yayınevi Tüm Yayınlar
© Aziz Yardımlı 2017 | aziz@ideayayinevi.com