Video (2)
Etik ve Küreselleşme / CKM 2017-18
Aziz Yardımlı

 

Etik ve Küreselleşme / CKM 2017-18 (2)


 

 

Etik ve Küreselleşme / 2018.05.31 CKM

Etik ve Küreselleşme — 2018.05.31


 

 



 

Etik ve Küreselleşme / 2018.05.24 CKM

Etik ve Küreselleşme — 2018.05.24

Din, Kültür, Tarih

Din, Kültür, Tarih

Din kültürel dizgenin bir bileşenidir ve başka tüm bileşenler ile, devlet, felsefe, sanat, ekonomi ile uyum içinde olmalıdır. İmparator kültünü ve kalabalık bir pantheonu içeren Roma kültür dizgesi monoteistik Hıristiyanlık ile bağdaşmadığı için yeni inanç tarafından bozulmaya başladı. Barbar göçlerinin etkisi ile birlikte, henüz oluş sürecinde olan Hıristiyanlık 5'inci yüzyılda Batı Roma İmparotorluğunu yıkıma götürdü. Doğu Roma İmparatorluğu 10 yüzyıl daha sürdü, kendi içinde bozulmaya başladı ve sonunda aşamalı olarak Selçuklular ve Osmanlılar tarafından bütünüyle ortadan kaldırıldı.

Batıda ve Bizans İmparatorluğunun egemenlik alanında henüz "oluş sürecinde" olan Hıristiyanlık henüz din kavramına uygun bir yapı kazanmış olmaktan uzaktı. Hıristiyanlık eşitlik ilkesini kapsamasına karşın bu ilke ancak Reformasyondan sonra etkili olmaya başladı ve imparotorlukların ortadan kalkışı ve ulus-devletlerin doğuşu ilkenin doğrudan sonuçlarından biri oldu.

Mitolojik dinin moral yetkeden yoksun olması Yunanlıları ve Romalıları moral ve etik yüksekliği felsefede aramaya götürdü. Epikürcüler, Stoacılar ve başkaları ve giderek sofistler bile erdem öğretmenleri oldular.

"Etik yalnızca bir insan sorunudur" (Einstein) ve "insan herşeyin ölçüsüdür" (Protagoras) anlatımları birlikte etik göreciliği verir, çünkü Protagoras'ın insanı için doğru olduğuna inandığı şey onun için doğru olandır (ve evrik olarak). Açıktır ki "göreli etiğin" gene de "etik" olduğunu ileri sürmek, etiğin evrensel karakteri verildiğinde, entellektüel olarak etik-dışı ve mantık-dışı olmayı gerektirir. Einstein'ın sözleri "etiğin arkasında bir insanüstü yetke yoktur" ile tamamlanır. Sorun yetke olan insanın bu yetkiyi hak edip etmediğidir. Öyle görünür ki "insanüstü yetke" ile Einstein'ın anladığı şey Kutsal Yazıların Tanrısıdır. Yazılarda bir tasarımsal biçimler türlülüğü altında görünen ve böylece kendisi göreli kılınan Tanrı hiç kuşkusuz saltık ölçüt değildir. Ama etik bir saltık ölçüt olmaksızın olanaksızdır, tıpkı başka bilimler için de evrensel ve zorunlu belirlenimlerin gerekli olması gibi. Viyana Çevresinin pozitivizmini izleyen Einstein etik için zorunlu olan evrensel ve saltık bir ölçütü anlamsız görerek yadsımak zorundadır, çünkü böyle bir ilke görgül olarak doğrulanabilir olmayacaktır. Aynı nedenle, pozitivist için özgür istenç de nesnel bir realiteden yoksundur, çünkü doğrulanabilir değildir ve böylece bilişsel değildir. Ve özgür istenç olmaksızın bir ahlaktan söz etmenin ahlaksızlıktan söz etmekten başka bir anlamı yoktur. Einstein'ın etiği varsa, bu etik bir Tanrı kavramı üzerine dayanmaz. Ama bir Us kavramı üzerine de dayanmaz. Einstein'ın etiği, genel olarak görgücülerin etiği gibi, usdışı üzerine dayanır: Kişisel eğilimler, haz ve acı, yararlık, haz vb. Ama bunların hiç biri etik için bir temel değildir, çünkü tümü de ahlak ve etik için ilke oldukları için tümü de özgür istencin ve özgür duyuncun ilke olma karakterinin reddedilmesini gerektirir.

"Göreli etik" mitinin kültürel-çoğulculuk ya da kültürel-görelilik ile ilgisi açıktır. Bu tikel kültürlerden her birinin kendi doğruları ve eğrileri vb. vardır ve bunlar salt tikel karakterlerinden ötürü yalnızca birbirini olumsuzlamakla kalmaz, genel olarak etik-dışıdırlar. Benzer olarak, saltık moral ölçünleri reddedişinde postmodern bakış açısının etik-dışı karakteri yeterince açıktır. Bu bakış açılarını savunduklarını sananlar eğer gene de herhangi bir toplumsal etik içinde yaşıyorlarsa en azından o göreli etik yapı ile uyum içinde davranmak, o tikelliği kendilerine evrensel yapmak zorundadırlar. Moral özerkliklerini bu evrenselliğin sınırları içinde tutarlar ve özerk olmaya son verirler.


Evlilik. Evlilik kurumu da bütünsel kültürün bir bileşeni olarak belirlenir ve kültürün geri kalan etik normları ile uyum içinde olmalıdır. Evlilik kurumunun gerçek ya da ideal biçimi de ancak genel olarak insanların özgürlük ve eşitlik bilincini kazanmaları ve kadın ve erkek arasındaki kültürel ayrımların ilişkinin doğasını belirleyen etmenler olarak ortadan kalkması zemininde ortaya çıkar.

Demokratik ve eşitlikçi oldukları düzeye dek, Yunan ve Roma kültürleri için evlilik genel olarak bir tek-eşlilik kurumu idi. Kraliyet, Cumhuriyet ve İmparatorluk dönemlerinde kurumların zaman içinde önemli değişimlere uğramasına karşın, genel olarak Roma'nın kuruluşundan başlamak üzere kadınlar için mülkiyet ve yurttaşlık hakları tanınmıştı ve evlilik için her iki yanın da babalarının onayının yanısıra hem erkeğin hem de kadının onayı zorunlu idi. Evlilik kurumunun amacı meşru çocuklara sahip olmaktı. Evlilik yaşının kızlar için 12 ve erkekler için 14 olmasına karşın, çoğunluk yirmi yaşlarına doğru evleniyordu. Yine, kızlar babalarının ya da annelerinin adını yaşam boyu taşıyorlardı. İki yanın da boşanma hakkı vardı ve boşanma göreli olarak sıktı ve genellikle normal bir olay olarak görülüyordu. (Plutark'a göre Roma Cumhuriyetinde ilk boşanma İÖ 230 yıllarında ve kadının kısırlığı nedeniyle yer aldı.)

Despotik kültürlerde gücün hakka üstünlüğü zemiminde poligami haksız bir kurum olarak görülmüyordu.

 



Moral Gelişim

Moral Gelişim

Ancak özgür insan moral nitelik kazanır. Kölenin ahlakı yoktur, çünkü istenci efendinin istencidir ve efendinin buyruklarını moral olarak yargılama hakkı yoktur. Köle sorumluluk taşımaz, çünkü davranışları kendi istencinden doğmaz. Köle yine aynı nedenle hesap veremez ve davranışlarının sonuçlarından başkası sorumludur.

İnsan duyunç yetisi ile doğar. Önemli olan bu yetinin gelişmesidir — başka her doğuştan yeti için olduğu gibi. Özgürlük ancak özgürlük içinde gelişebilir ve duyunç özgürlüğün özü olarak gelişimi için kendisi özgürlüğe gereksinir. Moral ölçünler katılaştıkları ve çiğnenemez, sorgulanamaz, değiştirilemez oldukları ölçüde insanın moral gelişimini durdururlar.

Moral ölçünlerin değişebilir ya da göreli olmaları ahlak kavramının kendisinin göreli olması demek değildir. Ölçünlerin değişime ya da kendilerinin ortadan kalkışına izin vermeleri moral büyümenin koşuludur.

Dışsal duyunç altında, şu ya da bu tür bir yetkenin, dinsel, politik, etik vb. yetkenin normlarını kabul ederek onları sorgulamadan yaşamak moral büyümeden vazgeçmek demektir. Moral sorgulama duyunç olgunluğunu gerektirir. (Akademik yetke üzerine bilgilenmek de bir tür köleliktir, çünkü bu "bilgi" anlaşılan bir bilgi değil, özgür uslamlama üzerine dayanan bir bilgi de değil, ama inakçı bir bilgidir — ezber, belleme, mekanik öğrenme.)

İnsan eylemleri kavram gereği özgür karar üzerine dayanır ve eylem özsel olarak moral nitelik taşır. ("Davranış" genel olarak alışkanlık dediğimiz belirlenim üzerine dayanır ve düşüncesizce yapılır.)

Metaetik. Moral "doğrular" yanlış olabilir. Bu nedenle de "moral değerler"den söz etmek yerine "moral ölçünler" ya da "moral normlar" demek daha iyidir. Yine, moral "değerler" bir topluluğun yükselttiği ve onu tanımlayan ilkelerdir, ama bütünüyle etik-dışı, ahlak-dışı, yasa-dışı vb. olabilirler.

"Bağlılık" tikel bir kişiye, ölçüne, değere, ilkeye bağlılık değil, ama doğruluğa bağlılık olmalıdır.

Moral Aklanma. İnsan niçin iyiyi doğrulamalı ve kötüyü yadsımalıdır? Duyunç ve istenç kavramsal olarak İyiyi erek olarak alır. Duyuncun yanlışı aklaması kavramına aykırıdır ve buna göre yanlışı bile doğru olduğu kanısı içinde aklar, ve İstencin İyi olmayanı, kötü olanı istemesi benzer olarak kavramına aykırıdır.

Moral ölçünler aklanmaları açısından Tanrı korkusu üzerine, ya da ödül ve ceza düzeneği üzerine dayanabilir ve özgür olmayan insan için böyle bir moral yetke zorunludur. Böyle temellendirilen bir etik sopa etiğidir.



Devlet ve Din

Devlet ve Din

Devlet İdeasının birinci momenti evrensel insan haklarıdır. Üçlülük din kavramının da birincil momenti evrensel insan eşitliği ve özgürlüğüdür. Evrensel insan özgürlüğünü tanımayan dinler devlet kavramına uygun bir devlet ile bağdaşmazlar.

Devlet İdeasının ikinci momenti duyunç özgürlüğüdür. Devlet insan duyuncuna karışamaz, çünkü bir yandan duyunç dokunulamaz iken, öte yandan gerçek devletin kendisi duyunç özgürlüğü üzerine, özgür yurttaşların kendi bireysel duyunçları üzerine dayanır.

Devlet İdeasının üçüncü momenti yasa egemenliğidir. Pozitif yasalar duyunç tarafından onaylanan hak belirlenimleri olarak özgürlüğün somut, nesnel anlatımlarıdır. Modern yurttaş toplumunda yasa egemendir çünkü "egemen" üzerinde daha yüksek bir güç olmayandır. Modern toplumda güç yurttaşa aittir ve tüm yurttaşlar özgürlükte eşittir. Bu düzeye dek "güç" etmeni bütünüyle ortadan kalkar ve yalnızca hak egemendir.

Din kavramına uygun düşmeyen Katoliklik, Şiilik, Hinduizm gibi inanç biçimleri Devlet ideası ile de bağdaşmaz, çünkü ilk olarak bunların hiç biri evrensel insan haklarını kabul etmez. Şiilikte imamlar tüm gücü ellerinde tutarlar. Katolik Kilise bir kurum olarak teokrasiyi, dinadamlarının erkini amaçlar. Hinduizm insanları doğuştan hak eşitsizliğine belirler. Bu inanç biçimlerine en grotesk politik biçimler eşlik eder.

 



Pagan Etik

Pagan Etik

Yunan ve Roma etiği, aslında Mısır ve Mezopotamya etiği mitolojik tanrıların yetkesi üzerine dayanmaz. Ve doğal usun doğru ve iyi ve haklı kavramlarından başka birşey üzerine dayanmaz.

Helenik-Helenistik kültür etik normlarını felsefede aradı, mitolojik dinin imgesel yetkesinde değil. Eğer Tanrı kavramının Bir, Evrensellik, Sonsuzluk gibi yüklemlerini ararsak, bunlar dahaçok duyusal idealin güzellik imgeleri olan Yunan tanrılarında bulunmaz. Bu saltık belirlenimler dinsel bilinçte olmaktan çok ilkin İyonik felsefe dizgelerinin arkelerini karakterize eder, üstelik henüz duyusal-tasarımsal biçimler altında dursalar da. Doğa güçlerini temsil eden mitolojik tanrıların insan varoluşu üzerinde herhangi bir hakları, moral yetkeleri, güçleri yoktu. Bu kişisel tanrıların kendileri moral normlara ilgisiz idiler..

Helenik tin moral problemlere yanıtı felsefede aradı, ve felsefenin sunduğu yetke insan doğasının tanıyabileceği en yüksek yetke, usun kendisinin yetkesi idi. Önemli olan usun bilgisinin ne düzeyde kavranmış olduğu idi. Erdem özgürlük üzerine dayanabilir ve Yunan ve Roma kültürlerinde gerçekten de usun yetkesi üzerine dayanıyordu. Bu nedenle Yunan ve Roma etiği, özgür yurttaşlar arasında yerleşik olduğu düzeye dek, bu uygarlıkların arkasından gelen monoteistik kültürlerde görülen korku etiği ile, ödül ve ceza etiği ile karşılaştırılamayacak kadar yüksek ve soyludur. Tüm etiğin temeli ve son aklayıcısı duyunçtur. Ve duyunç ancak içsel ve böylece gerçekten özgür iken iyi ve doğru olanı duyumsayabilir ve bilebilir.

Perikles

Perikles

Thucydides (İÖ 460-400), Peloponez Savaşının Tarihi'nde, Atinalı devletadamı Perikles'e (İÖ 495-429) şunları söyletir:

“The freedom which we enjoy in our government extends also to our ordinary life. There, far from exercising a jealous surveillance over each other, we do not feel called upon to be angry with our neighbour for doing what he likes. …

“We throw open our city to the world, and never by alien acts exclude foreigners from any opportunity of learning or observing, although the eyes of an enemy may occasionally profit by our liberality; trusting less in system and policy than to the native spirit of our citizens; while in education, where our [Spartan] rivals from their very cradles by a painful discipline seek after manliness, at Athens we live exactly as we please, and yet are just as ready to encounter every legitimate danger.”



 



 



 

Duyunç Özgürlüğü ve Çok-Kültürlülük

Duyunç Özgürlüğü ve Çok-Kültürlülük

Duyunç özgürlüğü kültürel çoğulculuğu ortadan kaldırmanın biricik olanağıdır. Kültürel çoğulculuk hiç kuşkusuz hoşgörü ile olanaklıdır. Ama bu kültürler kalabalığı henüz gelişme sürecinde olan ve gelişmeye gereksinen geri kültürlerin bir çokluğudur. Sonludurlar, insan doğası kavramına uygun düşmeyen yapılardırlar, ve zorunlu olarak ortadan kalkacaklardır. Ortadan kalkmalarının biricik olanağı sonlu olduklarının, geçici olduklarının, değersiz olduklarının bilgisine bağlıdır. Tıpkı estetik duyarlığın sonsuz güzelliği duyumsamaya doğru ancak özgürlük içinde gelişmesi gibi, tıpkı kavramsal düşüncenin ancak özgürlük içinde bilgi idealine doğru gelişmekte olması gibi, moral duygu ya da duyunç da ancak özgürlük içinde gerçek iyiyi ve gerçek doğruyu ayrımsama yeteneğini kazanabilir. Duyuncun içsel, öznel özgürlüğün kendisi olması ölçüsünde, moral iyinin bilgisi dinsel ya da ideolojik kaynaklardan dışsal olarak verilemez. Bu özgür olan duyuncun kendisini yetke ve bir tür kölelik altına getirmek olacaktır.

Kültürel ayrımlar normal olarak Yurttaş Toplumunda açıkça ve sınırsızca sergilenmezler, çünkü bu modern toplum dinsel, ırksal, etnik vb. ayrımları siler ve insanları ekonomik kişiler olarak, pazar ilişkilerine girmiş bireyler olarak kabul eder.

Kültürel ayrımların değerler olarak görülmesine karşın, sonlu doğaları onları göreli değerler, geçici değerler, yitici değerler yapar. İnsanlar ancak bu değerlerin değersizliğini ve boşluğunu gördükleri zaman onlardan vazgeçebilirler. Saltık değerler sonlu tinin değil, saltık tinin değerleridir.

Çok-kültürlülük postmodern göreciliğin sarılmaya ve sakınmaya çalıştığı bir potansiyel çatışma varoluşudur. Bir saatli bombadır ke, sık sık patlar, ve o zaman milyonlar birbirlerini kitle-kıyımlarından geçirir, birbirlerine dile gelmez zulümleri yaparlar.

Bu sözde "değerler" öyle şeylerdir ki yüzyıllar boyunca insanlar onlar uğruna birbirlerini yok etmişlerdir ve bugün de aynı şeyleri yapmayı sürdürmektedirler. Bunlar sözde dinsel "değerler"dir ki, din kavramı ile hiçbir biçimde bağdaşmazlar, tersine onun tinselliğini, evrenselliğini, insan için kabul ettiği sonsuz değeri yadsırlar. İdeolojik "değerler"dirler ki, insan haklarını çiğnemekle kalmazlar, kitlesel ölçekte insanların kendilerini çiğnerler. Etnik "değerler"dirler ki, benzer olarak başka etnik toplulukları kitle kıyımlarından geçirmede sonuçlanırlar. Bu çok-kültürlülük "değerleri" hiçbir biçimde değerler değildirler. Tam tersine, en değersiz şeylerdirler çünkü salt yanılsamalar, olmayan şeylerin imgeleridirler. Birinin şu ya da bu etnik gruba ait olması kültürel bir sorundur, çünkü insan doğası böyle etnik kabukları tanımaz. Birinin şu ya da sonlu-duyusal inanç biçimine bağlı olması kültürel bir sorundur, çünkü gerçek inanç sonsuz-tinsel gerçekliğe inançtır.

 



 



 

Etik ve Küreselleşme / 2018.05.10 CKM

Etik ve Küreselleşme — 2018.05.10

Tarih kişisel masallar anlatmak değildir.
Tarih insanın gelişmemişliğinin belgesidir. Hakkı unutulmaktır.

Tarihin A Priorisi

Tarihin A Priorisi

1) Tarih için ilk A Priori insan doğasıdır — ve doğamızın dünya tarihini ilgilendiren yanı birincil olarak özgürlüğümüz, istencimizdir. Tarih gizil insan doğasının edimselleşme sürecidir ve Dünya Tarihinin ereği olarak edimselleşen gizillik istenç ya da özgürlüktür. Dünya Tarihi taş devri ile değil, istenç anlatımı olan ilk devlet yapılarının ortaya çıkması ile başlar. (Homo sapiensin bütün bir tarih-öncesini başlıca taş yontma saplantısı içinde geçtiği kabul edilir.) İstenç kendini Aile, Toplum ve Devlet yapılarında belirler ve bu yapılar ussal insan istencinin dürtüsü ile idealarına uygun realiteler kazanmaya doğru gelişir. İstencin gelişmek için gereksindiği biricik şey yine istenç ya da özgürlüktür. Bu üç nesnel biçimin belirli olarak ne olduklarına ussal istencin özgürlüğü karar verir. İdeal Aile, İdeal Toplum ve İdeal Devlet kavramları nesneldir. Ancak özgürlüğün ya da istencin durdurulması tarihin gelişimini durdurabilir (Asya'da ve genel olarak despotik kültürlerde olduğu gibi).

Hominin Timeline

Hominin Timeline

Homo sapiens yaklaşık 200.000 yaşındadır. Homo erectusun kültür ürettiği savları kuşkuludur. İlk taş aletler 3,3 milyon yıl önce yapıldı ve en erken yazı dizgesi 5.300 yıl önce geliştirildi. Aradaki dönem tarih-öncesidir.

Eğer bir "insan" olarak kabul edilecek olursa, homo habilisin bir insan beyni taşımayan bir insan olması gerekecektir. Homo erectus ile ilişkilendirilen yontulu taşlar ve ateş kullanımı için en erken kanıtların tarihi 1,7 ve 0,2 milyon yıl arasında değişmektedir. Homo erectusun beyin büyüklüğü homo sapiensin beyninin yarısı kadardır. Bu ve benzeri verilere göre yalnızca homo sapiensin kültür yarattığı görüşünü kesin olarak çürütmek olanaklı değildir. Homo sapiens fosilleri çoğunlukla ateş ve taş kullanımı için kanıtlar ile birlikte bulunmaktadır. Ne olursa olsun, daha öte hiçbir türsel değişime uğramayan tam gelişmiş homo sapiensin 200 ya da 300 bin yıl boyunca yalnızca taş yontmuş olmakla yetinmiş olduğu görüşü daha öte açıklama gerektirir.

 



 

2) Tarih öznel, kişisel anlatıların üzerinde ve ötesinde nesnel bir bilim olma karakterini ancak özgürlüğün kendisinin bakış açısından kazanabilir. Ve özgürlüğün bakış açısı tarihsel sürecin kendisinin gelişme düzeyi üzerine koşulludur.

Ancak özgürlük döneminin tini, ancak özgürlük bilincini kazanmış olan modern tin tarih bilimini ya da tarih felsefesini üretebilir. Bu nedenle Yunanlıların, Romalıların, Müslüman tarihçilerin, Yahudilerin, Katoliklerin, Protestanların, Çinlilerin, Hintlilerin, Japonların vb., genel olarak despotik kültürlerin bir tarih bilimi yaratmaları olanaksızdır. Tarihsel olgulara bakan bilincin kendisi özgür olmalı, nesnesine hak, ahlak ve etik kavramlarının bakış açısından bakmalıdır. Ancak bu ideal normlar ile karşılaştırma içinde tarihsel olarak geri realitelerin gelişmişlik (ya da gelişmemişlik) düzeyleri ölçülebilir.

3a) Tarihin A Priorisi olan insan doğası tarihi ilgilendirdiği düzeye dek istenç belirlenimleri olarak hak, ahlak ve etik kavramlarını kapsar. A Priori "verili" olan demektir, kendisi tarihsel değildir ve bir gizillik olarak tarih ile ilişkisi yalnızca ona, tarihe, gelişme sürecine gereksinmesidir. İnsanın özdeksel özü biçimini doğa yasalarından alır ve özdeksel doğanın alabileceği en yüksek biçim, saltık biçim homo sapienstir. Doğanın ereği olarak kendisi doğa olan homo sapiens kendinde doğadan daha çoğudur, tindir. Gelişme Kendinde ve Kendi İçin arasındaki eşitsizliğin çözümü ve ortadan kaldırılmasıdır.

3b) Tin olarak homo sapiens doğanın ürünü değildir, çünkü doğa yalnızca kendinde tindir, tinin olanağı ya da öncülüdür. Doğa yaratıcı değildir, çünkü kendisi doğar; doğa ilksizlik-sonsuzluk içinde doğmakta olan ve doğa yasalarının zorunluğu altında biçimlenendir. Dinsel bilinç kendi imgesel düşünme zemininde doğayı ancak Tanrının yaratısı olarak açıklayabilir. Bilim doğayı ideal logosun başkası olarak, varoluşunu doğa-yasaları yoluyla, biçimler ya da idealar yoluyla belirleyen ereksel süreç olarak açıklar. Doğa eksik ya da sonludur çünkü ideanın tam içeriğini edimselleştiremez. Doğanın telosu homo sapienstir ve doğa ancak Yaşam İdeasına erişir. Yaşam İdeası tinin başlangıcı, ama yalnızca başlangıcı ya da tine geçiş kıpısıdır. İdea ancak tinde tam edimselleşmesini, kendinin bilincini kazanabilir.

4) Tarihin ereği özgürlüğün bilincinin kazanılması ya da özgürlüğün edimselleşmesi olarak insanlığın gerçek varoluşunun öncülüdür. Tarih geçiciliktir, sonluluk, sınırlanmışlık, gelişmemişlik, gerilik, barbarlık, şiddet, yok edicilik alanıdır, ortadan kalkacak ve unutulacak olandır. Tarihte insan henüz gerçekliği içindeki insan değildir. Tinin gerçek varoluş biçimi tinsel olanın sonsuzluğundan, duyunun, duygunun ve düşüncenin sonsuzluğundan oluşabilir.

5) Tarihsel istenç politik istenç ya da devletin istencidir. Tarih sınıfların, katmanların, etnik grupların, halkların, yığınların, kitlelerin işi değildir, çünkü bunlar politik istençten yoksundur. Ekonomik istenç politik istenç değildir.

6) Uluslar ancak oluş süreci sırasında ayrımlar gösterirler. Gerçekte ulus din, dil, ırk, sınıf ayrımlarının, etnik ayrımların üzerindedir. Uluslar arasındaki tüzel, moral ve etik ayrımlar ulusların gelişimi ile birlikte ortadan kalkma ve türdeşleşme eğilimindedir. Ulusların kendilerinin bir kültürel-çoğulculuk ve dolayısıyla gelişmemişlik alanı olmasına karşın, süreç ideal terimlerde kültürel türdeşliğe doğru gelişir.

 



Avrupa’da Din Savaşları (Reformasyon Savaşları) (1522-1700)

Avrupa’da Din Savaşları (Reformasyon savaşları) (1522-1700)


Kutsal Roma İmparatorluğu, 1630 (modern sınırlar üzerine yerleştirilmiş olarak). — Yaklaşık 8 milyonluk bir nüfusa egemen olan İmparatorluk Habsburg Hanedanının elinde bulunuyordu. İmparatorun kendi aralarında imparatora karşı bağlaşmalar kuran prensler üzerinde hiçbir gücü yoktu. Kendine ait bir adı bile olmayan Germanik seçim İmparatorluğunun ‘Roma’ İmparatorluğu ile de ne olursa olsun hiçbir ilgisi yoktu.

İlkin Kuzey Almanya'da Luther'i destekleyen Protestan prensler Katolikliği yasakladılar ve Kilisenin topraklarına el koydular. Bunu izleyen Münster Köylü ayaklanmaları Lutheranların reformu toplumun bütününe yayma isteği nedeniyle başladı ve 1525'te doruğuna ulaşan çatışmalara 300.000 kadar köylü, kasabalı ve soylu katıldı. Alman Köylü Savaşı çoğunlukla güney, batı ve orta Almanya'da yer aldı ve İsviçre ve Avusturya'yı da etkiledi. Savaşlarda ölenlerin sayısı 100.000 olarak tahmin edilmektedir. Feodal bir köylü ayaklanması olarak başlayan eylemler ideal bir Hıristiyan topluluğun yaratılmasını ve malların saltık eşitlik ve ortaklığının kurulmasını amaçlıyordu. Martin Luther ayaklananların istemlerini kabul etmedi ve Almanya'nın egemenlerinin ayaklanmayı bastırma haklarını tanıdı.

Köylü Savaşından sonra bir teokrasi kurmak için Münster'de Jan Matthys önderliğinde daha kararlı bir girişimde bulunuldu (1532-1535). Kenti ele geçiren grup dünya egemenliği kurmak için hazırlıklara başladı. Burada Leidenli John poligamiyi yasallaştırdı, kendine on altı kadın aldı ve malların ortaklığını kurumsallaştırdı. John 1535'te yenildi ve pazar yerinde idam edildi.

İsviçre'da Zwingli önderliğindeki Protestan devim de benzer olarak yenildi ve Zwingli'nin kendisi savaşta öldürüldü. Protestanlar ve Katolikler arasında yapılan barış anlaşmasına göre İsviçre yamalı bohça gibi bölündü, Protestanlar daha büyük kentlerin yönetimini üstlenirken Katolikler kırsal alana egemen oldular.

Öte yandan Katolik V. Charles (ya da Karl) dış sorunlarının ağırlık kazanması nedeniyle en sonunda Protestan Schmalkaldik Liga ile barış anlaşması yapmak zorunda kaldı. 1555'te imzalanan Augsburg Barışına göre Lutheranlar ve Almanya'daki Katolikler arasındaki şiddet sona erdi. Alman prensler kendi bölgelerinde inanç biçimini kendilerine göre seçecekler ve uyruklar egemenlerinin dinlerini kabul edeceklerdi (cuius regio, eius religio). 16'ncı yüzyılda gerilimin sürmesine karşın, güney Almanya Katolik kalırken, kuzey Almanya'da Lutheranlar ve orta ve batı Almanya, Hollanda ve İsviçre'de Calvinistler çoğunluğu oluşturdular.

Kutsal Roma İmparatorluğu (Britannica)

Kutsal Roma İmparatorluğu (LINK)

The Holy Roman Empire of the German Nation was a land of many polities. In the empire there were some 1,000 separate, semi-autonomous political units, many of them very small — such as the Imperial Knights, direct vassals of the emperor and particularly numerous in the southwest, who might each own only part of one village — and others comparable in size with smaller independent states elsewhere, such as Scotland or the Dutch Republic. At the top came the lands of the Austrian Habsburgs, covering the elective kingdoms of Bohemia and Hungary, as well as Austria, the Tyrol, and Alsace, with about 8,000,000 inhabitants; next came electoral Saxony, Brandenburg, and Bavaria, with more than 1,000,000 subjects each; and then the Palatinate, Hesse, Trier, and Württemberg, with about 500,000 each.

 



 

Mezhep savaşlarının daha önce başlamış olmasına karşın, Otuz Yıl Savaşlarının geleneksel olarak 1618'de geleceğin Kutsal Roma İmparatoru II. Ferdinand'ın Bohemya'da Roma Katolik saltıkçılığı dayatması üzerine Bohemyalı ve Avusturyalı Protestan soyluların başkaldırısı ile başladığı kabul edilir. Danimarka fırsattan yararlanarak Almanya'da toprak kazanma amacıyla girdiği savaşlarda yenildi ve bir Avrupa gücü olarak silindi. Buna karşı İsveç kralı II. Gustav Adolf Almanya'yı işgal etti ve Alman prenslerden birçoğunu Protestan davaya kazandı. Sonuçta İsveç ve Hollanda'nın desteği altında Protestan Alman kasabaları ve prenslikleri Katolik Kutsal Roma İmparatorluğuna karşı geniş bir bağlaşma içine girdiler. Bu süreç ile aynı zamanda, ama dinsel ayrım ile bütünüyle çelişkili bir yolda, Katolik Fransa da Katolik Habsburg ile bir güç kavgasına girişti. Savaşlar başlıca Alman kent, kasaba, köy ve çiftliklerini büyük yıkımlara uğrattı.

 

MEZHEP SAVAŞLARI: SERFLİKTEN ÖZGÜRLÜĞE GEÇİŞ

Reformasyonun bedeli Avrupa'da, özellikle Almanya'da henüz duyunçsuz insanlığın ölçüsüz şiddetinin yaşanması oldu. Başlıca dinsel ve tecimsel nedenler tarafından tetiklenen savaşların gidişinde hanedan ve toprak çıkarları da etkili oldu. Savaşların çoğu Westphalia Barışı (1648) ile sonlandı. Buna göre İspanya hem Hollanda'yı hem de Avrupa'daki başat konumunu yitirdi. Fransa birincil Avrupa gücü oldu. İsveç Baltık'ın denetimini üstlendi. Birleşik Hollanda egemen bir devlet olarak tanındı. Sonuçta tinsel olarak papanın ve dünyasal olarak imparatorun egemenliği altında işleyen bir Kutsal Roma İmparatorluğu düşüncesi bütünüyle terk edildi ve bir egemen devletler topluluğu olarak modern Avrupa'nın yapısı belirmeye başladı. Üç ayrı mezhebin (Roma Katolikliği, Lutheranizm, Calvinizm) varlığı kabul edildi.


Otuz Yıl Savaşı

 

Otuz yıl savaşı başlıca Almanya topraklarında olmak üzere 1618 ve 1648 arasında yer aldı ve Avrupa'nın büyük güçlerinden çoğu savaşa katıldı. Protestanlar ve Katolikler arasındaki bir savaş olarak başlamasına karşın, sonunda her durumda din ile ilgili olmaksızın Avrupa'nın çoğuna yayılan genel bir savaş karakterini kazandı. Fransa ve Habsburg Hanedanı arasındaki düşmanlık çevresinde dönen savaş daha sonra Fransa ve İspanya arasında doğrudan bir savaşa götürdü. Danimarka ve İsveç Protestan yanda savaşa katılırken, Habsburg'dan korkan Katolik Fransa da Protestan yanda savaştı. Paralı askerlerin yaygın olarak kullanıldığı savaşta bütün bölgeler yerle bir edildi, açlık ve hastalık Alman devletlerin nüfusunu kırdı ve savaşa katılan devletlerin çoğunu iflasa götürdü. Savaş sırasında Almanya'nın nüfusu %30 oranında azaldı. Brandenburg'da yitirilenlerin sayısı nüfusun yarısına, kimi bölgelerde üçte ikisine ulaştı. Yalnızca İsveç orduları Almanya'da 2.000 kadar şatoyu, 18.000 köyü ve ülkedeki toplam kasabaların üçte birini oluşturan 1.500 kasabayı yok ettiler.

SEKSEN YIL SAVAŞI ya da Hollanda Devrimi olarak bilinen çatışmaların kökleri 1530'lardaki Calvinist devime kadar gidiyordu. İspanyollar başlangıçta Hollanda'daki ayaklanmayı bastırmayı başardılarsa da, sonunda, ikonoklazm, ölçüsüz zulüm, kitle kıyımları ve yağmalar ile damgalanan süreçte Calvinistler ülkenin kuzeyinin bağımsızlığını kazandılar ve bir barış anlaşması yapıldı. Güney İspanyolların denetiminde ve Katolik kaldı.

 

Avrupa'nın Reformasyon savaşlarındaki şiddetin ölçüsüzlüğü Avrupa'nın moral geriliğinin ve duyunç özgürlüğüne gereksiniminin bir ölçüsünü verir.

Efendinin istencinden ilk kez kurtulan ve böylece ilk kez kendi duyuncuna dayanmak zorunda kalan kölelerin "ahlaksal doğruları" henüz dürtüleri, itkileri ve içgüdüleri tarafından belirlenmeyi sürdürür, çünkü bu insanlarda henüz duyunç yetisi, düşünme yetisi gelişmemiştir. Kölelere özgürlük vermenin, üzerlerindeki tüm yetkeyi ve denetimi kaldırmanın ve onları kendi duyunçlarını dinlemeye bırakmanın bedeli bu insanların duyunçsuzluklarının düzeyi tarafından belirlenir. Avrupa ahlaksal olarak uyanmaya başladığı zaman aşağı yukarı baştan sona ahlaksız ve aşağı yukarı bütünüyle duyunçsuz iidi. Mezhep savaşları yüz elli yıl sürdü.

Kul korkaktır ve yenilikten ve değişimden kaçınır. Moral normlara göre davranır ve eğer ona yol gösterecek moral norm bulamazsa moral problemini çözemez ve yalnızca ahlaksızlığını sergiler.

 


Katolik Kilise tüzel bir kişi gibi davranıyordu ve Avrupa'daki toprakların üçte biri onun elinde edi. İnsanları vaftiz ediyor, günahlarını dinliyor, evlendiriyor, günahlarını siliyor ve ölüm döşeklerine kadar ruhlarını elinde tutuyordu. Bütün bunları İncil'in okunmasını yasaklayarak, halkı eğitimsiz ve boşinançlar içinde tutarak, ve açıkça aldatarak ve sömürerek yapıyordu. Reformasyonun Kurumsal Kilisenin elinden kurtardığı insanlar böyle etik-dışı, ahlak-dışı bir kültürü efendilerin elinden kurtardı.


French Catholics simultaneously murdered Huguenots (Protestants) en masse on St. Bartholomew’s Day, 1572, mostly in Paris but also subsequent massacres in a dozen other cities.


Catherine de Medici Gazing at Protestants Massacred in the Aftermath of the Massacre of St. Bartholomew (Edouard Debat-Ponsan, 1880).


Les Grandes Miséres de la Guerre (The Great Miseries of War, aka The Hanging), Jacque Callot, ca. 1633.


Battle of Rocroi, (May 19, 1643), a military engagement of the Thirty Years’ War in which a French army of 22,000 men, under the Duke d’Enghien (later known as the Great Condé), annihilated a Spanish army of 26,000 men under Don Francisco de Melo, marking the end of Spain’s military ascendancy in Europe.

 



Ön-Modern ve Modern

Ön-Modern ve Modern

Modern dönemin ön-modern dönemden ayrımı birincide istencin kendisinin bilincini kazanmış iken, ikincide kendinin bilincinde olmayan bir alışkanlık etiğinin sürmesinde yatar. Modern dönem sürekli değişim, gelişim, ilerleme vb. dönemi iken, ön-modern dönem değişime kapalı bir tutuculuk dönemidir. Modern dönem özgürlük bilinci ile tanımlanır ve tüm etik normların kesintisiz sorgulanması onu ereksel gelişime yetenekli kılar.

İmparatorlukların sağlamlığı halkların, kitlelerin, yığınların istençsizliklerine, sorgusuzca boyun eğme alışkanlıklarına bağlıdır. İmparatorun gücü uyruklarının istençsizliğidir. Pax romana, pax ottomana, pax britannica gibi tarihsel barış evreleri şiddetin minimalize edildiği, tarihin sürecinin askıya alındığı iç sağlamlaşma dönemleridir. Ama aptal halkların bir gün düşünmeye başlayacakları, haklarının ve özgürlüklerinin bilincine varacakları gibi birşey hiçbir imparatorun aklından geçmez.

 



Religious situation pre and post European wars / Death toll

Religious situation pre and post European wars / Death toll (W)

These figures include the deaths of civilians from diseasesfamine, etc., as well as deaths of soldiers in battle and possible massacres and genocide.
Lowest estimate Highest estimate Event Location From To Duration Main opponents* Character
3,000,000[18] 11,500,000[18] Thirty Years' War Holy Roman Empire 1618 1648 30 years Protestants (mainly LutheransReformed and Hussites) against Catholics began as a religious war; later became a French-Habsburg political clash
2,000,000[19] 4,000,000[19] French Wars of Religion France 1562 1598 36 years Protestants (mainly Reformed) against Catholics began as a religious war, and largely remained such
315,000[citation needed] 868,000 (616,000 in Ireland)[20] War of the Three Kingdoms Great Britain and Ireland 1639 1651 12 years Protestants (AnglicansReformed, various other nonconformists), Catholicsdistributed in various fractions of the war civil, religion-state relation and religious freedom issues, with a national element
600,000[21] 700,000[21] Eighty Years' War Low Countries in the Holy Roman Empire 1568 1648 80 years Protestants (mainly Reformed) against Catholics conflicts over religion (and taxes and privileges) evolved into a war of independence
100,000[citation needed] 200,000[citation needed] German Peasants' War Holy Roman Empire 1524 1525 1 year Protestants (mainly Lutherans and Anabaptists), Catholics against ProtestantsCatholics mixed economic and religious reasons, war between peasants and Protestant/Catholic landowners

Religious situation pre and post European wars

At the Reformation's zenith around 1590, Protestant governments and/or cultures controlled about half of the European territory;

... however, as a result of Catholic reconquests, only about one fifth was left in 1690.[1]

 

 



 

Etik ve Küreselleşme / 2018.04.26 CKM

Etik ve Küreselleşme — 2018.04.26


Dizge

Dizge

Bilim ancak dizge olarak olanaklıdır. Eğer dizge yoksa bilimsellik de yoktur.

Her tikel bilim kendi alanında bir kavramlar dizgesidir. Dizge kavram bağıntılarının kavramların kendi diyalektiği yoluyla kurulan bütünsel yapısıdır. Her bilimsel çaba kavram bağıntıları kurmayı amaçlar. Bu bağıntılar nesnel olmalı, kavramların kendi açınımı yoluyla kurulmalıdır. Bu olmadığında, ortaya çıkan söylem öznel ve kişiseldir ve bu etmenlerin ağır basması ölçüsünde bilimsellikten uzaktır.

Tanıtlama özsel olarak kavramsaldır ve kavram bağıntılarından başka birşey değildir. Görgül deneyim ya da gözlem, ya da "olgular" denilen öznel kurgular kendi başlarına hiçbirşey tanıtlamazlar. Bir doğa yasası yalnızca gözlem sonuçlarından bir tümevarım değildir. Tümevarım yalnızca olasılık verir. Yasa içerdiği kavramların bağıntılarının doğru ya da zorunlu olması nedeniyle yasadır ve kavramın başka hangi kavramlar ile bağıntılı olacağına kavramın kendisi karar vermelidir. Bilimde düşüncelerin çağrışımları ya da buna benzer Pavlov bağıntıları değil, kavramların kendi mantığı izlenmelidir.

Bilimci konusuna yaklaşırken kendi tikelliğini yenmeye, nesnesine kendi kişisel görüşlerini katmamaya, nesnesini tam olarak kendinde olduğu gibi almaya çalışır. Hiç olmazsa bunu bilinçsiz olarak yapar. Benzer olarak, güzel sanatlar durumunda da sanatçı yapıta kendini kattığı ölçüde ideal güzellikten uzaklaşır ve ortaya kendi öznelliğinin ideanın gerisine ve altına düşen yetersiz bir ürününü çıkarır. Sanatçının hataları, eksikleri, yetersizlikleri Biçime ait değildir. (Modernist sanat Biçim ilkesini bir yana atarak salt "yenilik" öğesini öne çıkardı. Güzellik insanın saltık değerlerinden biridir ve güzel sanat yapıtının biiinçaltı, dürtü, itki, çağrışım gibi öğeler ile estetik bir ilgisi yoktur.)


 



Demokrasi

Demokrasi

Politik istençten yoksun olduğu düzeye dek halk yönetilme gereksinimindedir. Halkın bilincinde etik aile normları olarak kabul edilen tabulardan ve daha başka belirlenimlerden ve sınırlı toplumsal ilişkiler düzleminde işleyen alışkanlıklardan öteye geçmez. Bu düşüncesiz normlar halkın yasaları gibi işlev görür ve tüm varoluşu onun üzerindeki üstün bir gücin istenci altındadır. Efendisine vergisini ve yaşamını verir ve sonsuz değerini boşinançlarda duyumsamaya çabalar. Halk kendini yönetemez ve bunu istemez. Egemen değildir ve egemenlik konusunda hiçbir söz ya da oy hakkı yoktur. Egemen ile yalnızca duygusal bir ilişkisi vardır: Özgürlükten yoksun olarak, haktan yoksun olarak, yalnızca onu yönetene güvenir, onu sever, ya da ondan korkar ve nefret eder. İki durumda da eğilir, düzgünlüğünü yitirir.

"Demokrasi" kavramındaki "demos" sözcüğü "halk" demek değildir ve "demos" Helenik kent-devletindeki özgür yurttaşları anlatmak için kullanılır. Ancak özgürlüğünün, ancak istencinin bilincinde olan insan yurttaştır ve kendini yönetir, e.d. yasalarını kendisi belirler ya da doğrudan doğruya kendisi yapar. "Halk," "yığın," "kitle" gibi terimler ideolojinin despotik terminolojisine aittir ve tümünün ideolojinin önderliğini ve önderlerini beklediği varsayılır. Demokrasi yurttaş toplumunun devletidir.


 

 



Sokrates'in Yargılanması (İÖ 399)

Sokrates’in Yargılanması (İÖ 399)

Sokrates (1) Atina gençlerini yozlaştırmak ve (2) dinsizlik (kentin tanrılarına inançsızlık) ile suçlandı.

Sokrates bireyin ve dünyanın ereği olarak İyi kavramı (logos) üzerine düşünüyor, konuşuyor ve tartışıyordu. Yaptığı şey aynı zamanda kavramın idealliği ya da nesnelliği karşısında Atina törel yaşamının da sorgulanması anlamına geliyordu.

Sofistlerin İyiyi bireyin özencine göreli kılan öznelliği ile karşıtlık içinde, Sokrates İyiyi evrensel olarak, İdea olarak, nesnel olarak gördü ve onu tüm realitenin moral niteliğinin gerçek ölçütü, tüm ahlakın biricik gerçek temeli yaptı. Düşünmeden yargıda bulunan doğal ahlak yerine, Sokrates İyinin kendisi üzerine düşünülmesinin zorunluğunu gördü. Atina etiği bu nesnel ideal ile karşılaştırma içinde yalnızca yurttaşların bireysel alışkanlıklarının bir ürünü, yalnızca öznel kanıların bir uylaşımı idi. Sokrates için iç ses, demon bu İyinin ölçütü olarak Duyunç idi ve şimdi Atina'nın yasalarının gerçekten de yasalar olup olmadığını, Atina etiğinin evrensel, ideal, gerçek etik olup olmadığını sorguluyordu. Dışarıdan gelmeyen, içeriden, insanın moral usundan ya da duyuncundan doğan bu sorgulama karşısında Atina etiği, Atina tini tüm sağlamlığını ve değerini yitirecekti. Sokrates bütün bir kenti yargılıyordu. Atina Helenik tinin güzel sanatlarının, bilimlerinin ve felsefesinin doruk noktası idi. Ama bu eşsiz kültüre özünlü özgürlük tini şimdi onun kendisini moral usun yargısı önüne çıkardı. Bir kent olarak insanlık tarihinde bir benzeri olmayan Atina ortadan kalkmak zorunda idi, çünkü özbilinçli moral temelden yoksundu. Sokrates Atina etiğini yargılamış ve kentin geçiciliğini doğrulamıştı. Atina kendi yarattığı Sokrates'i mahkum etmede kendini mahkum etti.

 

 

Atina halkının çoğunluğunun Sokrates'i cezalandırmak için başka nedenleri de vardı. Sokrates Sicilya Seferinin yenilgisinden ve 50.000 kadar savaşçının ve denizcinin yitirilmesinden sorumlu olan Atinalı general Alkibiades ile yakınlığı nedeniyle de Atinaların içerlemesine hedef oldu. Yine, Sparta'nın kuklası olarak Atina'yı İÖ 404-403 sırasında 8 ay boyunca acımasızca yöneten Otuz Tirandan Kritias ve başkaları Sokrates'in öğrencileri olmuşlardı. Genel olarak, bunlar Sokrates'in Atina demokrasisine güvensizlik duygusunun kanıtları olarak görüldü. Sokrates doğru politikanın çoğunluğunun kararından doğmadığını ve bu bağlamda ancak çok az sayıda insanın gerçek bilgi ve politik yetkinlik ile donatılı olduğunu ileri sürüyordu.

Sokrates yargıçlar tarafından suçlamaların içeriği açısından suçlu bulundu. Ama kendisini yargılayanların yetkinliğini tanımayı kabul etmediği için ölüme mahkum edildi.

 



 

Beethoven, Romance No 2 (Op. 50)

Beethoven, Romance No. 2 in F Major (Op. 50) / James Last

Ömer Hayyam

Ömer Hayyam (1048-1131)

Ömer Hayyam 1076'da Nizam-ül Mülk tarafından İsfahan'a davet edildi. Kentin kütüphanelerinde Euklides ve Apollonius gibi matematikçileri çok daha yakından inceledi ve Euklides'in beşinci konutlamasını tanıtlamaya çalıştı. Onun dik açıların eşitliğini bildiren dördüncü konutlamadan çıkarsanabileceğini ileri sürdü ve dar ve geniş açılar durumunda sonucun çelişkili olduğunu gösterdi.

Euklides, Ögeler, Konutlama 4 ve 5

4. Tüm dik açılar birbirine eşittir.

5. Eğer iki doğru çizgi üzerine düşen bir doğru çizgi aynı yanda oluşan iç açıları iki dik açıdan daha küçük yapıyorsa, iki doğru çizgi, eğer sonsuza dek uzatılırlarsa, açıların iki dik açıdan daha küçük olduğu yanda kesişir (Öğeler, LINK).

 

Hayyam'ın rasyonalizmi ve determinizmi verildiğinde, Euklides'i çürüttüğü ileri sürülen non-Euklidean geometrilerin başlangıcını en sonunda ona dayandırmak geçersizdir. Hayyam'ın ussal bakış açısından, aslında genel olarak ussal bakış açısından, bir küre yüzeyi üzerindeki "dik açı" bir düzlem yüzey üzerindeki dik açı ile aynı şey değildir. Konkav ve konveks yüzeyler üzerindeki "non-Euklidean geometriler" hiç kuşkusuz özel eğri yüzey belitleri ile eğri yüzey geometrileridir.

Hayyam cebirsel denklemlere geometrik olarak yaklaşımı nedeniyle Descartes'ın analitik geometrisinin ön habercisi olarak görülür.

Khayyam'ın altı felsefi incelemesi

1. Varlık ve Zorunluk Üzerine
2. Dünyada Çelişkinin Zorunluğu, Determinizm ve Kalıcılık
3. Usun Evrensel Bilgi Konusu Üzerindeki Işığı
4. Varoluşun Evrensel İlkelerinin Bilgisi Üzerine
5. Varoluş Üzerine
6. Üç Felsefi Probleme Yanıt

1. On Being and Necessity
2. The Necessity of Contradiction in the World, Determinism and Subsistence
3. The Light of the Intellect on the Subject of Universal Knowledge
4. On the Knowledge of the Universal Principles of Existence
5. On Existence
6. Response to Three Philosophical Problems


 

Hayyam felsefede kendini İbni Sina'nın bir öğrencisi olarak gördü. Çalışmalarında

  • varoluş ve evrenseller arasındaki ilişki;
  • dünyada çelişkinin zorunluğu;
  • determinizm ve özgür istenç;
  • evrensel varoluş ilkelerinin bilgisi

gibi konuları ele aldı.

 

Hayyam sufilerin sevgisini ve dostluğunu kazanmadı. Tersine, onlar için bir nefret ve korku nesnesi idi.

 



Din ve Politika

Din ve Politika

  • According to information provided by the Organisation of the Islamic Conference (OIC), there are currently 57 islamic states worldwide, defined as countries in which islam is the religion of (1) the state, (2) the majority of the population, or (3) a large minority.
  • Britain is in some ways a more secular society than it once was, but it is not a secular state. The monarch promises to uphold Christianity. The Church of England's leaders (unelected Bishops in the House of Lords) can vote on legislation in Parliament. Religious schools are allowed to discriminate in selection and recruitment.
    — The Queen is the Supreme Governor of the church.
    — The Archbishops of Canterbury and York, plus 24 bishops - the Lords Spiritual - have seats in the House of Lords.
  • Egypt is a civil state governed by the constitution and laws compatible with the principles of Islamic Sharia, all of which is inconsistent with the establishment of a secular party.

 

Her din kendini bütün insanlığa önerir. Yahudilik değil. Seçilmiş bir kabile dışında, tüm insanlığı dışlar. Eski Ahit'e göre YHWH başka tanrıların yanısıra varolan tanrılardan biridir ve bir tanrı olarak bilnmeyen bir nedenle İsrail kabilelerini seçmiş ve Musa ile bir toprak sözleşmesi yapmıştır.

İsrail demokratik bir Yahudi devletidir ("the State of Israel as a Jewish and democratic state"). İsrail'de yasama toplumun istencini yansıtır ve başka birçok modern özgürlük kurumu yürürlüktedir.

Aynı zamanda, İsrail devleti evrensel insan haklarını ve duyunç özgürlüğünü tanımaz. Devlet etnik anlamda bir Yahudi devletidir ve İsrail devletinin uyruğu olmak için Yahudi olmak zorunludur. Öte yandan 1922'de kabul edilen "The Declaration of Independence / Establishment of The State of Israel" din özgürlüğünü korur.

İsrail'de evlenme ve boşanma hakkı sivil yasalar tarafından değil, dinsel yetkeler tarafından belirlenir . Konu Kutsal Yazılar’daki arkaik yönergelere danışılarak ele alınır ve bu nedenle evlendirme işlemi ancak geleneklere bağlı kalmayı sürdüren rabbiler tarafından yerine getirilebilir. (LINK)

Yine, bir başka arkaik geleneklerden biri daha büyük ölçüde yürürlüktedir. Sabbath günü kamu taşımacılığı yavaşlamakta, alış-veriş merkezlerinin %20'si açık kalmaktadır.


Kudüs'in Sefardik Baş Rabbisi Shlomo Amar 2014'te Knessette pişirilen yemeklerin Eski Ahit yasalarına ve YHWH'in yasaklarına uygun olup olmadığını denetliyor.

 

  • The Jewish population of Israel, can be divided, albeit imperfectly, into three groups: Orthodox, Traditional, and Secular. The largest group is the Secular Jews making up 41.4% of the Jewish population, followed by the Traditional Jews accounting for 38.5% of the population, with the remaining 20% populated by the orthodox and ultra-orthodox.
  • In order to be formally married in Israel, a Jewish couple has to be married by a rabbi. This also applies when and if a couple would like to divorce, they must seek out rabbinical council.
  • All food at army bases and in cafeterias of government buildings has to be Kosher even though the majority of Israelis do not follow these dietary laws.
  • One in every ten member of parliament is a muslim. There is also a official mosques inside the parliament building for the muslim members of parliament.
  • In Israel, to be considered legally Jewish by the rabbinate you have to have a Jewish mother.
  • The largest religious minority population is the Muslim community of Israel and it amounts to 17.3% of the overall population ... They are free under the law to vote, practice religion, be members of the Israeli parliament and can use the same Israeli education system as the rest of the country.


Dinsel Bilincin Düzeltilmesi: Gazali (1058-1111)

Dinsel Bilincin Düzeltilmesi: Gazali

Kültürel dizgede din de başkaları gibi yalnızca bir bileşendir, herşeyi belirleyen ilke değil. Bu nedenle Max Weber yaptığı gibi yeni ekonomik biçimi Protestan etiğin doğasından türetmek yerine, hem etik hem de ekonomik bileşenlerin Reformasyon sonrasında yeniden biçimlenen dinsel bileşen ile uyum içinde yeniden belirlendiklerini söylemek daha doğru görünür. Dinsel bileşenin yanısıra bilimsel, teknolojik ve politik değişimler ve gelişimler de olmaksızın yeni ekonomik düzenin ortaya çıkması olanaksızdı. 16'ncı yüzyıl Avrupasında Olgunun ortaya çıkması için gerekli tüm Koşullar biraraya gelmişti. (Yine, Max Weber'in Protestan etiğin püritan karakterini bir hırs anlatımı olan "kapitalizmin" kaynağı olarak görmesi gözden kaçırılmayı hak etmeyen devasa saçmalıklardan biridir.)

Hıristiyanlığın Üçlülük kavramına göre homo sapiens Tanrı ile bir ve dolayısıyla özgürdür. Müslümanlığın monistik Bir kavramına göre homo sapiens Tanrı karşısında teslim olan kuldur. Bu iki belirlenim bu iki din doğar doğmaz ona inanmaya başlayan kültürlerin etik karakterlerini belirleyemezdi. Bilinç değişimi bir zaman sorunudur. Kavramların tam olarak özümsenmesi, tüm vargılarının çıkarsanması ve insanların bilinçlerinin bu dinsel ilkelere göre yeniden biçimlenmesi yüzyılları gerektirdi. Ve bu "oluş" yüzyılları açıktır ki henüz ereğine erişmiş değildir.

Hıristiyan üçlülük kavramının sonuçları Reformasyona dek insan bilincine ulaşamadı (15 yüzyıllık bir gecikme ile). Müslüman monizm kavramının sonuçları Gazali aracılığıyla daha kısa bir zaman içinde anlaşılmaya başladı (4 yüzyıllık bir gecikme ile).

Öte yandan, İslamik monizm Müslümanlığın ilk yüzyıllarında sanat alanındaki kısıtlamalar dışında Müslümanların felsefe, bilim ve iyi politika yapmalarını engellemedi. Klasik felsefenin hazineleri ile beslenen İslamik felsefeciler ve bilimciler Romalıların ve Bizanslıların tersine ellerindeki kaynakların değerlerini anladılar ve yalnızca onları çevirmekten çok daha ötesini yaptılar. (Hıristiyan Bizans 529'da Atina'daki tüm felsefe okulları ile birlikte Platonik Akademiyi ve Aristotelesci Liseyi de kapattı.)

Oluş sürecindeki İslamik tin Roma İmparatorluğunun egemenliği sırasında kesintiye uğrayan bilimsel ve felsefi etkinliğin yeniden dirilmesine götürdü. Farabi, İbni Sina, İbni Rüşt gibi felsefeciler ve bilimciler bütünüyle özgürce Klasik Felsefi tinin yarım bıraktığı işi üstlendiler ve sürdürdüler. Ama kurgul çalışmaları İslamik düşüncenin monistik-analitik tini ile bütünüyle tutarsızdı.

Gazali "Felsefecilerin Tutarsızlığı" (Tahâfut al-falâsifa) başlıklı bir kitap yazarak bu yanılgıyı, daha doğrusu bu "tutarsızlığı" düzeltti ve bu rasyonalist felsefecilerin ateist olmasalar da İslamik tine ait olamayacaklarını gösterdi. İbni Rüşt bu duygu felsefeciliğini ve mistik tepkiyi beğenmedi ve "Tutarsızlığın Tutarsızlığı" başlıklı bir kitap ile Gazali'yi yanıtladı. Ama bunun bir yararı olmadı. İslamik epistemoloji görgücülüğe döndü ve ortaya bir tür "tanrıbilimsel vesilecilik" çıktı. Gazali'nin açıklama yoluna göre, örneğin pamuğun ateş ile tutuşturulduğu her seferinde yanması bir neden-sonuç ilişkisini ya da nedensel determinizmi göstermiyordu; olay Tanrının istencine bağlı ve "Tanrının karışmasının bir ürünü idi — tıpkı daha şaşırtıcı tansıklar durumunda olduğu gibi."

Gazali kitabında Platon, Aristoteles, Farabi ve İbni Sina gibi felsefecilerin düşüncelerini de reddetti. Öte yandan, Gazali'nin en önemli öğrencilerinden biri olan Thomas Aquinas Gazali'nin skolastizmini Hıristiyanlığa uyguladı. İngiliz görgücüsü David Hume daha ileri bir dönemde Gazali'nin kuşkuculuğuna yeni bir biçim verdi.

  • "Hüccetü’l Islam” ("İslamın Tanıtı") olarak görülen Gazali (1058-1111) İslamik kültürü boyun eğici karakterine doğru döndürmede önemli rol oynadı. Özgür ussal düşünceyi yadsıdığı için, dine ve felsefeye yaklaşımında "yüreğine" başvurdu. Tanrıyı evreni yaratma konusundaki tüm mantıksal zorunluktan bağışık tutarak ve doğadaki nedenselliği yadsıyarak, olayların tanrısal istencin keyfi kararları nedeniyle birbirine bağlandığını ileri sürdü ve tansıkları Tanrının keyfi istencinin sonuçları olarak doğruladı (vesilecilik).
  • Bilgiyi "Tanrı yüreğime düşürdü" diyerek ve bilgiyi onun çoğuna anahtar olan ışıktan" türeterek. rasyonalist felsefecilere karşı çıktı ve insanın ussal bilgiye yetenekli olmadığını ileri sürdü.
  • Gazali gizemci idi ve gizemsel deneyimin amacı tanrısal yüklemlere yaklaşmaktan oluşuyordu. Tanrısal öz bu dünyada insan deneyiminin ve bilgisinin ötesinde kalır ve insan bilmediği bir Tanrıya inanmayı kabul etmelidir. Ama öte dünyada onu duyusal olarak "görebilir." Tanrısal özde "yitiş" ya da "ortadan kalkış" olarak gördüğü gizem deneyiminin tüm şeylerin birliğini ve dolayısıyla kendini deneyimlemenin de yitişini görmekten başka birşeyden oluşmadığını düşünüyordu. (Bu deneyim tüm ayrımı dışlayan bir tür analitik özdeşlik ilkesinin deneyimlenmesi gibidir.)

 

Gazali gizemciliği ile insanı yükselttiğini ve onu gerçekliğe ulaştırdığını düşünüyordu. Gerçekte tam tersini yaptı ve insanı değersizleştirme ve küçük düşürme eğilimlerini güçlendirdi. Gizemcilik bilgiyi reddeder ve insanı nereden geldiğini bilmeyen, ne olduğunu anlamayan önemsiz bir varlığa indirger ve yüzyıllar sonra nihilizmin yeni türlerinin bir kez daha yapacak olduğu gibi insanı değersizleştirir.

Kararlı ve tutarlı bir monist olarak, Gazali Tanrının birliği gibi din kavramına uygun olmayan analitik-monistik bir tasarımda insanı ve insanlığı sildi ve bu soyutlamayı gerçeklik olarak ileri sürdü. Kul Tanrıyı içselleştiremez, çünkü bu onu kulluktan çıkaracaktır. Kul kendini Tanrıda yalnızca yok eder çünkü kendinde daha şimdiden bir hiçliktir. Kulun Tanrı ile "birleşmesi" kendini bire gömmekten, kendini birde silmekten başka birşey olamaz. Kul özgürlük bilincinden, bir istençten yoksun olduğu için, bir efendiye gereksindiği için kuldur. Kul için Tanrı yalnızca kendisine boyun eğmesi gereken dışsal bir güçtür.

 



 

Osmanlı İmparatorluğu ve Roma İmparatorluğu

Osmanlı İmparatorluğu ve Roma İmparatorluğu

  • Osmanlı İmparatorluğunun toprak alanı doruk zamanında yaklaşık 5,2 milyon km2 idi.

 

  • Trajan zamanında Roma İmparatorluğunun toprak alanı yaklaşık 5 milyon km2 idi.



En geniş durumunda Osmanlı İmparatorluğu.

Başkaları arasında, Osmanlılar da İmparatorluklarını Roma İmparatorluğunun sürdürülmesi olarak gördüler. Konstantinopolis'in düşüşünden sonra II. Mehmet Kayser-i Rum (Roma'nın Sezarı) ya da Roma İmparatoru sanını üstlendi ve Ortodoks Konstantinopolis Patriği tarafından bu san ile tanındı. Mehmet'ın Bizans İmparatorluk ailesi ile kan bağı vardı, çünkü önceli olan Sultan I. Orhan bir Bizans prensesi ile evlenmişti.

Din ayrımı nedeniyle Türkler Bizans ve Roma etkisi altında olmaktan çok Pers ve Arap etkisi altında kaldılar. Roma'yı sürdürmek anlamsızdır, çünkü Cumhuriyet Roması politeistik iken, İmparatorluk Roması bir süre sonra bundan vaz geçti ve Hıristiyanlığı devlet dini olarak kabul etti. Osmanlılar Müslüman idiler. Kendi dillerini, yasalarını, sanatlarını geliştiriyorlardı ve bu konularda Roma tini ile mimari dışında bir süreklilik yoktu.



Roma Senatosu

Roma Senatosu

Geleneksel olarak İÖ 753 yılında kurulduğu kabul edilen Krallık İÖ 509'da devrildi ve yerine Cumhuriyet kuruldu; Cumhuriyet İÖ birinci yüzyılda devrildi ve yerini İmparatorluk aldı.

Kentin ilk günlerinde (İÖ 753) kurulan Roma Senatosu Roma'nın son günlerine dek varlığını sürdürdü. Krallık döneminde Senato zayıf bir danışma kurumundan daha çoğu değildi ve ancak Cumhuriyet döneminde zamanla gücünün doruğuna yükseldi. İmparatorluk döneminde de varlığını sürdüren Senato sonradan İmparatorun gücü karşısında aşamalı olarak zayıflayıp önemsizleşti. Ama ortadan kalkmadı ve Batı Roma'da "barbarların egemenliği" döneminde bile bir süre işlev gördükten sonra 603'te tarihten silindi. Doğu Senatosu Konstantinopolis'te yaklaşık olarak 14'üncü yüzyıla dek sürdü.

   

Roma yurttaşları On İki Tableti inceliyor.

Roma Cumhuriyeti Senotosu zaman içinde evrime uğradığı için yapısı ait olduğu zaman dönemine bağlıdır. Seçim yoluyla belirlenmeyen ve bu nedenle demokratik olmayan Senato başlangıçta bir "yaşlılar (senex)" meclisi olarak kuruldu ve üyelerine "pater" sözcüğünden türemek üzere patrisyen deniyordu. Zamanla politik güç daha geniş yurttaşlar kitlesine yayıldı ve plebler Senatoda patrisyenler tarafından çıkarılan kararları veto hakkını kazandılar ("tribün" denilen ve az sayıda olan pleb temsilciler aracılığıyla). Pleblerin gücünün artması sonucunda çıkarılan On İki Tablet Yasaları ilişkilerin keyfi biçimini bir ölçüde azalttı. İÖ 451'de decemvirler tarafından yazılan ve Roma yasalarının temelini oluşturan On İki Tablet yalnızca önceki töreleri yazıya geçirdi ve dar kapsamlı idi. Konsüller, qauestorlar, censorlar, askeri tribünler ve Senato politik gücü çeşitli oranlarda kendi aralarında paylaştılar. Cumhuriyet Roması Roma tarihinde bir bakıma en uygun politik güç biçiminin arayışı içinde geçen dönemdir. Cumhuriyetin genişlemesi ve çok sayıda barbar halkın Roma sınırları içine alınması ile birlikte devletin demokratik yönetimi olanaksızlaştı ve iç savaşlar nedeniyle devlet çözülme sürecine girdi.

Demokratik Helenik kent-devleti ve Roma Cumhuriyeti modern döneme dek politik olarak bir imparatorluklar kalabalığı ve kaosu olan Dünya Tarihinde zamanından önce doğmuş modeller olarak görünürler. Homo sapiens henüz kendi doğasına özünlü özgürlüğün bilincinde değildi. Tarihin despotik kuşakları hiçbir gelişme içermeyen bir zaman akışında tam olarak "barbar" nitelemesinin ötesine geçecek ve "uygar" denebilecek çok az şey yapabildiler. Gerçek tarihsel önemi, anlamı ve değeri olan şey insanın estetik, etik ve entellektüel gizilliğinin edimselleşmesini sağlayan eylemlerdir. Özgür Helen-Roma tinini geri kalan tarihsel kültürlerden ayıran şey insanlığa güzel sanatları, din kavramına uygun dini ve bilimi (felsefe) kazandırmış olmasıdır. Bütün bir modern dönem bu içsel duyunç özgürlüğü ve ona bağlı etik özgürlük açısından, bilimsel düşünme tini açısından ve estetik ideal açısından Klasik Tine borçludur.

Tarihsel sürecin bütünlüğü içinde, Modern Tin Klasik Tinin yarım bıraktığı işin tamamlanmasıdır.

Roma Cumhuriyeti İÖ 330



Roma Cumhuriyeti İÖ 500-44

 

Roma Cumhuriyetinde yasalar doğrudan demokrasi yoluyla yapılıyor, yasalar tüm yurrttaşların kendilerinin oyları tarafından belirleniyordu. Ama bu sürekli uygulanabilecek bir yöntem değildi ve genel olarak Roma'da egemen güç Senatonun istenci idi.

Egemenlik bölünmezdir. Ama Roma Cumhuriyetinde bölündü. Birden çok güç odağı arasındaki anlaşmazlıklar sonunda iç savaşa götürdü egemenliğin yeniden birleştirilmesi için İmparatorluk biricik çözüm olduğunu gösterdi. Devletin istenci birdir ve çoğalması ortadan kalkması anlamına gelir.

 

Roma Cumhuriyetinin Sonlanışı

 

SPQR Latince "Senatus Populusque Romanus" ya da "Roma Senatosu ve Halkı" deyiminin kısaltılmasıdır.

 



Osmanlı İmparatorluğu ve Kutsal Roma İmparatorluğu

Osmanlı İmparatorluğu ve Kutsal Roma İmparatorluğu

Tarihin güçlü imparatorlukları ve köklü uygarlıkları varlıklarını sürdürürken ne güçlü ne de uygar olan göçebe barbarların varolan devletleri ortadan kaldırıp tarih sahnesinde baş rolü üstlenmeleri yalnızca dikkate çeken bir olay olmanın ötesindedir. Anlaşılması gerekir. Altaylı göçmenler durumunda olan şey az çok benzer olarak Germanik barbarlar durumunda da olmaya başladı ve bu ilkel kabileler de kuzeyden Roma İmparotorluğunun uygar topraklarına inerken İmparatorluk az çok varlığını sürdürüyordu. Hiç kimse bu görkemli ama tükenmiş gücün kültürsüz, uygarlıksız ama tinsel olarak aç barbarlara yenik düşmesinin ve onlara boyun eğmesinin zorunluğunu düşünmüş görünmez. Önce Germenler ve sonra Türkler aynı güçlü imparatorluğun Hıristiyanlaşmış iki parçasını, sırasıyla Batı Roma İmparatorluğunu ve Doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırdılar. Doğu Roma İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğuna dönüştürüldü. Batı Roma İmparatorluğu Kutsal Roma İmparatorluğuna dönüştürüldü. Birincisi tarihsel olarak güçlü idi. İkincisi yalnızca kağıt üzerinde bir 'devlet' adını taşıyordu. Birincisi büyüklüğünü dünya tarihinde hiçbir zaman baş role yükselmeden sürdürdü, her zaman ön-modern kaldı, ve bir Cumhuriyet olduğu zaman bile despotik karakterini bütünüyle bırakmadı. İkincisi tarihsel olarak güçsüz, anlamsız ve önemsiz görünmesine karşın dünya tarihini yeniden açtı ve modern dönemi yarattı. Kurnaz Arapların değil, güçlü Osmanlıların değil, ince İtalyanların değil, gösteriş ve görkem düşkünü Fransızların da değil, ama Germanik köylülerin dünya tarihsel olmaları ve modern tinin yapısını belirlemeleri açıklama gerektirir.

Açıklama tarihin istencin işi olmasına bağlıdır. Reformasyonun tüm aptallıklarına karşın, yeni tin evrensel insanlık kavramını tanıdı ve evrenselin üzerindeki tüm dışsal dinsel yetkeyi kaldırdı. İslam birincide Hıristiyanlık ile ortaktır, ama ikincide değil, ve insanı özgür olarak değil, kul olarak tanır — başkasının kulu olarak değil, Tanrının kulu olarak. Kul tarih yapmaz. Ve İslamik tin en sonunda kul olduğunu anlayıncaya dek tarih yapmayı sürdürdü. Sonra tarihten bütünüyle çekildi.

Sola scriptura hiç kuşkusuz çoğunlukla saçmalıklardan oluşan insan yazılarının, düşüncesiz, dikkatsiz, giderek ahlaksız yazarların yazılarının danışılacak, başvurulacak ve güvenilecek biricik yetke olduğunu anlatıyordu. Ama bu yetkenin yetkesi insan duyuncu idi. Sola scripturanın yetkesi onu özgürce yargılayacak olan bireyden başka, onun özgür duyuncundan başka birşey değildi. Bu duyunç özgürlüğünün doğuşu ile papalık ve rahiplik silindi.

Luther ya da Calvin ya da başka önderler "beni" dinleyin ve izleyin dediklerinde onlar da bir süre sonra arkalarında hiç kimsenin olmadığını gördüler. Kuzeyin ve Güneyin Protestanlığı kabul eden ülkelerinde bireysellik tüm dizginlerinden boşandı. Ve — bir serfler nüfusu durumunda beklenmesi gerektiği gibi — eski kölenin yeni özgürlüğü şiddet, zorbalık ve zulüm eylemlerinde sonuçlandı. Duyunç özgürlüğü gelişmemiş duyuncun kendisini geliştirmek için kazanılmıştı. Eski köleler ilkin kaçınılmaz olarak özgürlüğü dilediğini yapma özgürlüğü olarak, dilediğini seçme özgürlüğü olarak, haksızlık ve ahlaksızlık ve yasasızlık olarak anladılar.

Bu dizginsizlik içinde, Reformasyon savaşları Avrupa nüfusunun üçte birinin kırılmasında sonuçlandı. Özgür duyunç pekala kendini de yargılayabilir ve yaptığını anlayabilirdi. Ama Avrupa'da, özellikle Kuzey Avrupa'da bin yıllar boyunca uygarlık ile tanışmamış hordalar ilk kez düşünmeye başlıyordu.

Özgürlük korkutucudur çünkü eylem, değişim, yenilik getirir. Ve sorumluluk gerektirir. İnsana kişilik kazandırır, onu büyütür, yetkeyi dinlemekten kurtarır, düşünmeyi öğrenmeyi, özgür yargıda bulunmayı gerektirir. Tüm bunlar kul için dayanılmazdır. Kul hiçlik olmayı ve öyle kalmayı yeğler.

 



Hıristiyanlık ve Müslümanlık

Hıristiyanlık ve Müslümanlık

Hıristiyanlık doğuşunda bir boşinançlar kültü olarak doğdu. Putperestlik aşağı yukarı olduğu gibi Hıristiyanlığın içine alındı ve eskisi gibi sürdürüldü. Yüzyıllar boyunca bir "kutsal yazılar" kalabalığı vardı ve insanlar hangi "kutsal yazılara" inanacaklarını bilemediler. 11'inci yüzyıldaki Büyük Bölünme Hıristiyanlığın bir yanını ötekine göre daha dinsel yapmadı.

 



Osmanlı Devrimi

Osmanlı Devrimi

Osmanlılar hiçbir zaman modernleşmenin bütün bir nüfusun sorunu olduğunu ve bir kullar kültürünün hiçbir zaman değişemeyeceğini ve gelişemeyeceğini anlamadılar. Bu nedenle askeri reformlardan eğitim, ekonomi ve politika alanındaki rerformlara dek hiçbir reform başarılı olmadı ve doğallıkla kulların tutucu direnci, düşmanlığı ve zorbalığı ile karşılaştı. Toplumunun bütününü tanımlayan bu evrensel tutuculuk 21'inci yüzyıla dek bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca da daha önce olduğu gibi sürdü.

III. Selim ile başlayan ve II. Mahmut ile sıkı sıkıya yerleşen ve Mustafa Kemal ile ivmelenen modernleşme çabalarının sonucu girişimin bugüne dek sürmeyi başarabilmiş olmasıdır. Osmanlı Devrimi henüz sürmektedir.

III. Selim Fransız Devrimi sırasında tahtta idi ve eski Avrupa çözülme ve dağılma ve yeniden yapılanma sürecine dönmüşken, Selim henüz özgürlük, eşitlik ve kardeşlik belgilerini bile duymamıştı. Zaman zaman Fransız Devrimini desteklemesine karşın, bu olayın Osmanlı tahtı için de eşit ölçüde devirici bir etmen olduğunu düşünmesini sağlayacak kavramları yoktu. Avrupa ile yüzyıllardır sürmekte olan ilişkilere karşın, Osmanlılar sürekli olarak değişmekte olan Hıristiyan Avrupa'yı yalnızca askeri ve bürokratik perspektiften anlamaya çalışıyor ve açıkça destekledikleri Protestan ülkelerde politik olarak yer alan değişimleri algılamıyorlardı. Sıkı sıkıya sarıldıkları kulluk kültürü Tarihte yeni olanı anlamalarını sağlayacak kavramların gelişmesine izin vermedi. Avrupa'daki Protestanları desteklemeleri başlıca ikonoklazm problemine bağlı idi ve Avrupa tutuculuğunun Habsburg'dan sonraki en güçlü ikinci kalesi olan Katolik Fransa Krallarına Kapitülasyonlar vermede hiçbir sorun görmediler.

 



Kullar Toplumunda Reform

Kullar Toplumunda Reform

Osmanlı İmparatorluğu modernleşmenin başlatıcısı olmadı. Yüzyıllarını gelenek ile, alışkanlık ile tüketen ve genel olarak yeniliğe ve değişime isteksiz ve dirençli olan bir kullar nüfusunun tarihsel bir önemi ve anlamı yoktur. İstençsizlik ve bilgisizlik içinde, kullar bilimsel gelişim ve yenilikleri ahlaksızlık olarak görürler ve boşinançlar içinde yaşamları bitkilerin yaşamından daha iyi değildir. Kullar eylemsiz çünkü istençsizdirler. Hak kavramı ile herhangi bir ilişkileri yoktur çünkü hakları yoktur ve özgürlük kavramının sözünü bile etmezler. Sonuçta politika onların işi değildir. Yenilik yabancı ve tehlikeli bir olgudur ve ne bilim, ne güzel sanatlar, ne de felsefede herhangi bir gelişime izin verirler.

İmparatorluk İslamik karakterinden ötürü modernleşmeye ancak bireysel Sultanların istençlerine bağlı olarak, ancak yukarıdan başlayabilirdi. Sultanlar herşeyden önce en yakınlarındaki tutuculuğun direncini yenmek zorunda idiler. Halkın gelenek kültüründen özgürlüğe kazanılması için ilkin Devletin kendini modernleştirmesi gerekli idi. Tekkeler, gizemcilik ve boşinançlar tarafından uyuşturulan nüfusun tutuculuğunun üstesinden gelebilmek için çok geç kalınmıştı.

Kuzeyde, Ortodoks Rusya'da Çarlar zorbaca yöntemler yoluyla modernleşmeye çabalıyor, modernleşmenin insanlaşma demek olduğunu ve ancak özgürlük yoluyla başarılabileceğini anlamıyor, gerçekte ne dünyada olan bitenin ne de kendi yaptıklarının herhangi bir bilincini taşıyorlardı.

Osmanlı İmparatorluğunun "milletleri" olan istençsiz Müslümanlar, Yahudiler ve Ortodoks Hıristiyanlar için biricik rol çevrede belirmeye başlayan güçlü İmparatorlukların piyonları olmaktı. Arap kabileler herhangi bir "ulusal" karakter geliştirmiş olmaktan öylesine uzak idiler ki, zamanı geldiğinde birer "devlet" olarak sınırları bile onlara yabancı güçler tarafından cetvel ile çizildi. Bağımsızlığını büyük güçlerin masa görüşmeleri sonucunda kazanan Yunanistan'ın ilk kralı Bavyeralı Otto ve ikincisi bir Danimarka prensi olan I. George idi. Osmanlı İmparatorluğu "milletlerin" sözde bağımsızlık savaşlarında bu bilinçsiz kitleler ile değil, başka İmparatorluklar ile çarpıştı.

Anadolu nüfusunun beşte birini oluşturan Ortodoks Hıristiyanlar sonuçta Anadolu'dan göçe zorlandılar. Bir kullar okyanusu olan Anadolu'nun Türkleri ve Kürtleri tekkeleri ve toprak ağaları ile, dedeleri ve şeyhleri ile yerlerinden kıpırdamadan, değişmeden, ilerlemeden gelenek kültürlerine sonsuza dek bağlı kalmaya kararlı idiler.


Son nüfus değiş-tokuşları.

İslam dini kulların eşitliğini kabul eder ve herkesin kul olmada eşit olduğu yerde hiçbir insanın başkası üzerinde dinsel bir yetkesi yoktur. Ama kul her zaman efendi gereksinimi ve arayışı içindedir.

 



Şamanizm

Şamanizm

Şamanizm sonlu doğa dünyasına sığmayan ve gizil büyüklüğünü ortaya koymak isteyen homo sapiensin Tanrıya doğru ilk yönelimlerinden biridir. Homo sapiens doğadır ve doğadan daha çoğudur, özsel olarak tindir. Şaman doğanın ötesine, tinselliğe geçer, ama bir ayağı doğadadır ve tinselliği hayvanlar ve bitkiler ve dirimsiz nesneler ile birleştirir.

Bir terim olarak çok geniş bir boşinançlar türlülüğüne uygulanan şamanizm bir dizi doğal nesneye totemler ve ruhlar yoluyla tapınmayı içeriyordu ve bu sonuncuların insanları iyi ya da kötü yönde etkileyebilecek güçlerinin olduğuna inanılıyordu. İnsan onların karşısında çaresiz idi ve ancak ruhları denetlemek ve onları hastalık vb. gibi kötülüklere karşı kullanmak için özel güçleri olan şamanlar aracığıyla bir korunma elde edebilirdi. Geleceği önceden bildirme güçlerinin de olmasına karşın başlıca tıp alanında uzmanlaşmış görünen şamanlar doğaüstü ya da tinsel boyuta, bir tür paralel evrene geçebilir, orada yararlı görgül bilgiler edinebilir ve onları uygulamak üzere geri dönerlerdi ("şaman" sözcüğünün "bilen" anlamına geldiğini düşünenler vardır). Bu büyü "dininde" henüz bir moral gelişim ve yükseklik yoktur, doğruya ve eğriye ilişkin yargılar bireysel duyunçtan değil ama başkalarının düşlemlerinden türetilir. Gerçekte şamanizm bir Tanrı kavramından yoksun olduğu için sözcüğün geçerli anlamında bir din değildir.


Türkik dil ailesine ait dilleri kullanan ülkeler ve bağımlı bölgeler.

 

Bu büyüsel güçleri olan insanlar motifi daha sonra daha yeni inanç biçimlerinde insan dünyası ve ruhlar dünyası arasında aracılık yapan şeyhler, dedeler, mollalar vb. olarak kendini bir kez daha gösterir. Ama bundan böyle monoteistik bir dinin dokusuna yerleşmiş olarak tarihsel şirinliğini yitirir.


Bir Hollandalı gezginin 1692 yılında bir Sibirya şamanını betimlemesi.

Şamanizm bugün de shintonun bir bileşeni olarak Japonya'da, Kuzey ve Güney Korelerde, Malezya'da, Filipinler'de, Sibirya'da, Mançurya'da ve dünyanın daha başka kültürel taşralarında sürmektedir. 1990'lardan bu yana Moğolistan'da müşterileri artan şamanlar büyük kentlerde ofisler açmakta ve insanlara onları iyileştirecek yol ve yordamlar, falcılık ve her tür problem için çözüm formülleri sunmaktadırlar.


Oreqon halkının son şamanı turistik bir poz veriyor, 1994, Çin ve Rusya arasında Mançurya'da Amur nehrinin kıyılarında.

 



Osmanlı İmparatorluğu

Osmanlı İmparatorluğu

Ubicini


LETTERS ON TURKEY
AN ACCOUNT OF THE RELIGIOUS, POLITICAL, SOCIAL, AND COMMERCIAL CONDITION OF THE OTTOMAN EMPIRE; THE REFORMED INSTITUTIONS, ARMY, NAVY, &c. &c. TRANSLATED FROM THE FRENCH OF M. A. UBICINI, BY LADY EASTHOPE. Part I. TURKEY AND THE TURKS. LONDON: JOHN MURRAY, ALBEMARLE
1856

(S. 10, 11) "No European state, it must be owned, is composed of elements so varied and heterogeneous as the Turkish empire. It is not a nation; it is an agglomeration of nations.1 The conquering race forms at most one-third of a population of thirty-five millions. The remainder is composed of Greeks, Armenians, Jews, Roumains, Sclavonians, Albanians, Arabs, &c., each retaining their distinct individuality and physiognomy. All races, religions, dialects of the old continent are found side by side in the vast and peaceful domains of the Sultan. Here we find Abyssins and Zingani (gypsies), who are for the most part Pagans; — there, Chaldeans, — professing the heresy of Nestorius, Chemsinyes worshippers of the sun, Yezidis, whose faith is a Manicheism modified by the doctrines of Zoroaster; on one hand are the impious sects of the Abi-Ilahis and the Ismailians, — and the Wahabis, the Protestants of Islamism; on the other the Kurds, — descendants of the ancient Parthians, and inheritors of their language and modes of warfare, and the nomadic tribes of the Turkomans, — relics of the conquering hordes of the Seldjucides."

1An old proverb fixes the number of nations forming part of the Ottoman empire at scventy-ttco and a half.

 

Tsar Alexander called the Ottoman Empire ‘the Sick Man of Europe’. The Victorians referred to it impersonally as ‘the Eastern Question’,

 

Çar Alexander Osmanlı İmparatorluğuna “Avrupa'nın Hasta Adamı” dedi. Victorianlar ona kişilikten yoksun bir tarzda "Doğu Sorusu" dediler. "Tsar Alexander called the Ottoman Empire ‘the Sick Man of Europe’. The Victorians referred to it impersonally as ‘the Eastern Question’,"


 

  • Osmanlı İmparatorluğu tarihteki en büyük imparatorluklardan biri idi. 36 Sultan altında 600 yıl sürdü. Bizans İmparatorluğunu yıktı ve Türkiye Cumhuriyetini kurdu.

 


Ertuğrul Beyin oğlu olan Osman yklş. 1255'te Sögüt'te doğdu.

 

  • Kurucusu olan Osman Bey (1258-1324) bir Selçuk Türkü idi.
  • Osmanlı İmpatorluğu kulların eşitliği ilkesi ile uyum içinde etnik ayrım tanımadı ve kendi içlerinde dinsel olarak türdeş olan "millet"lere yasalar, eğitim ve vergilendirme açısından sınırlı özerklik verdi. Osmanlılar yasa egemenliği açısından öncelleri ve örnekleri olan Roma tinini sık sıkıya izlediler ve kabul ettikleri yönergeleri harfi harfine uyguladılar.
  • İstençsiz bir "milletler" çokluğunun egemenleri olarak, Osmanlı Sultanları moral aklanışlarını güçsüz halklardan değil, "Tanrının gölgesi" motifinden türettiler.
  • "Padişah" sanı ilk kez II. Mehmet tarafından kullanıldı.

 

 

  • Sultanların 30'dan daha çoğu etnik olarak yabancı kökenli olan Harem kadınlarının oğulları idiler. Tüm Yeniçeriler ve devşirmeler de imparatorluğa getirilen Hıristiyan çocukları idiler.
  • Orhan 1346'da Bizans imparatoru John VI Kantakouzenos'un kızı Theodora ile evlendi. Theodora yaşamı boyunca Hıristiyan kaldı ve Orhan'ın ölümünden sonra Konstantinopolis'e geri döndü. Tek oğulları Şehzade Halil'in tahta çıkması umudu boşa çıktı ve beylik Orhan'ın başka bir karısından olan kardeşi I. Murat'a verildi. Taht uğruna savaşan Halil amacına ulaşamadı ve sonra idam edildi.
  • Yeniçeri Ocağının kurucusu Orhan olarak görülse de, bu işin daha sonraki bir tarihte I. Murat tarafından yapıldığı da ileri sürülür.

 


I. Murat (1326-1389)
   
I. Murat (1326-1389) Orhan'ın ve Bizans kökenli Nilüfer Hatun'un oğludur. Murat 1363'te Edirne'yi (Adrianople) aldı ve Sultanlığın başkenti yaptı. Sonra Sofya ve Niş alındı. 1383'te "Sultanlık" sanını kurdu ve devşirme dizgesini geliştirdi. 1389'da Kosova Savaşında Sırpları yendi ve kendisi bir Sırp subayı tarafından öldürüldü. Kazasker, beylerbeyi, baş vezir konumlarının ve yeniçeri ve devşirme kurumlarının başlangıçları Murat'ın zamanına gider.

 

  • İmparatorluk doruğunda üç önemli güç ile komşu idi: Batıda Habsburg hanedanı, Doğuda Pers Safeviler, kuzeyde Çarlık Rusyası. Safeviler ile ilişkide herhangi bir dirimli yan yoktur. Ortodoks Çarlık Rusyasının Osmanlılara karşı politikası aşağı yukarı Konstantinopolis çevresinde dönen bir kan davası biçiminde sürdü. Avrupa ile ilişkiler Osmanlı İmparatorluğu için modernleşme dürtüsünün kaynağı olurken, Osmanlılar kendi paylarına Avrupa'da Protestanlığın güçlenmesine önemli katkılarda bulundular.
  • Kırım Savaşında Osmanlılar Rusya'nın güçlenmesinden kaygı duyan İngiltere ile ve Fransa ile bağlaşma içine girdiler.
  • Habsburg ve Osmanlılar sürekli çarpışma durumu içinde idiler ve Viyana iki kez kuşatıldı. Ama Birinci Dünya Savaşında Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları bağlaşıklar idi.
  • Katolik Fransa düşman Katolik Habsburg ile ilişkilerinin gerektirdiği gibi Osmanlılar ile bir bağlaşma için istekli idi. Bu ilişkide dinsel ayrımlar herhangi bir rol oynamaz ve oyun realpolitik terimlerinde oynanır..


 



Osmanlı Tüzesi

Osmanlı Tüzesi

  • Osmanlı İmparatorluğunda Sultanın yasası geçerli idi ve ulema genellikle Sultan ile çelişmiyordu.
  • İmparatorlukta evrensel olarak uygulanan bir tüze dizgesi yoktu. Müslümanlar için ve Müslüman-olmayanlar için ayrı yasa dizgeleri işliyordu ve ek olarak bir de tecim yasaları vardı. Bu üç dizge gerekli olduğuna birlikte çalışıyor ve örneğin azınlık sorunları İslamik mahkemelerde ele alınabiliyordu.
  • Tüze okulları İstanbul ve Bursa'da bulunuyordu.
  • Bir İmparatorluğu yönetmek için Kuran'daki ayetlerden ve ayrıca hadislerden türetilen dinsel yasalar yeterli olmadığı için ek yasalar getirildi (Osmanlı Kanunları; kanon ya da κανών). Fıkıh yasaların yorumlanmasını ve tikel koşullara uyarlanmasını sağladı.
  • Osmanlı yasaları 1453'te İstanbul'un fethinden sonra kodlanmaya başladı ve Bizans yasalarından Napoleonik yasalara dek kaynaklar kullanıldı.
  • Tanzimat Fermanı ile bilikte yasa dizgesindeki din ayrımları ortadan kaldırıldı.

 

Kanuni Sultan Süleyman önceki bölük pörçük Osmanlı yasa dizgesini baştan sona düzenledi. Vergi dizgesini reformdan geçirdi ve vergileri insanların gelirlerine göre dereceli bir oranda belirleyen yeni bir düzenlemesi getirdi. Bürokraside görevlilerin işe alınmaı ve işten çıkarılmasının yetenek ve değere göre belirlenmesini sağladı ve süreci yüksek memurların kaprisinden ve aile kayırmacılığından kurtardı. Tüm Osmanlı uyrukları, giderek en yüksek olanlar bile yasaya boyun eğeceklerdi. Ve en yüksek konumlar en aşağıda olanlara bile açıktı.

Süleyman egemenliği sırasında Safevi İmparatorluğu ile tecim ilişkileri üzerine getirilen ambargoyu da kaldırdı. Tüm Osmanlı askerlerinin seferde iken ve giderek düşman topraklarda iken bile gereksindikleri yiyecekleri ve daha başka mülkiyeti alırken karşılığını ödeyeceklerdi. Süleyman İmparatorluğun Hıristiyan ve Yahudi uyrukları için koruyucu önlemler getirdi ve Hıristiyan çiflik emekçilerini serflikten kurtardı.

 



Şeyhülislam ve Sultan

Şeyhülislam ve Sultan

Osmanlı İmparatorluğunda Sultan egemendir, saltık güçtür ve üzerinde hiçbir dünyasal istenç yoktur. Kulların eşitliği ilkesi altında, İslam hiçbir bireye tanrısal bir hak, tanrısal bir ayrıcalık, tanrısal bir üstünlük, tanrısal bir güç tanımaz. Sultanlık konumu "Allah'ın gölgesi"dir. Halife gibi Şeyhülislam da normal bir insandır ve Katolik papanın, Şii 12 imamın, Alevi dedenin tersine, doğaüstü güçleri olmayan, kutsal olmayan normal bir insandır. Dinsel bir danışmandır ve görevleri açısından Sultana karşı sorumludur. Sultana karşı biricik üstünlüğü onun seçimini Sultanı onaylama hakkının olmasıdır.

Şeyhülislam ilk olarak Horasan'da İslamik 4'üncü yüzyılın sonlarına doğru doğdu. 'Şeyhülislam' İslamik bilimlerde önde gelen bilginler için onursal bir san olarak kullanılıyordu. Osmanlı İmparatorluğu sırasında büyük kentlerdeki kadılar arasından ve kadılar tarafından seçilen ve "büyük müftü" olan Şeyhülislamın yetkesi Sultanın yetkesine altgüdümlü idi ve görevi Kuran'ın yorumları olan fetvalar çıkarmaktı. Şeyhülislamlık kurumu 1924'te Halifelik ile birlikte kaldırıldı.

Kulların eşitliği ilkesi altında, İslamik kültürde devlete egemen olacak tikel bir kesim, sınıf ya da birey yoktur. Bir aristokrasi ya da soyluluk sınıfı olanaksızdır. Osmanlı İmparatorları herhangi bir kurumsal dinsel yetke altında durmuyorlardı ve Avrupa krallıklarında görüldüğü gibi "tanrısal hak" ya da "tanrısal yetke" ile donatılı da değillerdi.

Kul yalnızca verili olanı kabul eder, alışkanlıklar içinde yaşar ve yaşamı sorgulamaz, olan herşey onun istencinden başka bir istenç tarafından belirlenir. İslamda politik yönetim ancak eşitlerin oyları yoluyla, ancak demokratik olarak saptanabilir. Ama kulların politik istençten yoksun olmaları bir "kullar demokrasisi"ni paradoksal kılar. Osmanlı İmparatorluğu başından sonuna dek ve tabandan tepeye dek bir kullar kültürü olarak kaldı.

İslamda herhangi bir dinsel ardıl, bir dinadamları sınıfı bulunmadığı için, İslam kavramı gereği teokrasiye izin vermez, çünkü herkes kuldur ve Padişah ve Şeyhülislam da aralarında olmak üzere hiçbir kulun başkaları üzerinde tanrısal, kutsal ya da dinsel temelli bir politik gücü yoktur. Herkes eşit çünkü herkes istençsiz ve güçsüzdür. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğunda Padişah da eşitlik ilkesinin üzerinde değildir ve gücü ancak uyruklarının istençsizliğinin bir ürünüdür. Padişah dünyasal egemendir, yalnızca tanrısal bir "gölge"dir, sözcüğün gerçek anlamında saltık tekerktir ve yalnızca onun istenci devlettir.

 



Osmanlı İmparatorluğu ve İnanç Özgürlüğü

Osmanlı İmparatorluğu ve İnanç Özgürlüğü

Osmanlılar Bosna-Hersek'i fethettikten sonra Fatih 1463'te Milodraz Ahidnamesini çıkardı. Ferman daha sonraki sultanlar tarafından da kabul edildi. Ferman Fojinica'da bir manastırda saklanmaktadır: (LINK)

 

"Ben, Fatih Sultan Han, bununla bütün dünyaya bildiriyorum ki, kendilerine bu sultanlık fermanı verilen Bosnalı Fransiskanlar korumam altındadır. Ve buyuruyorum ki:

Hiç kimse bu insanlara ve kiliselerine rahatsızlık ya da zarar vermeyecektir! Devletimde barış içinde yaşayacaklardır. Göçmenler olan bu insanların güvenlik ve özgürlükleri olacaktır. Devletimin sınırları içinde bulunan manastırlarına geri dönebileceklerdir. İmparatorluğumdan hiç kimse, soylular, vezirler, katipler ya da kızlarım onların onurunu kırmayacak ya da onlara herhangi bir zarar vermeyecektir!

Hiç kimse bu yaşamlara, bu insanların mülkiyetlerine ve kiliselerine saygısızlık etmeyecek, onlar için tehlike yaratmayacak ya da onlara saldırmayacaktır! Yine, bu insanların kendi ülkelerinden ne getirmiş ve kimi getirmiş olursa olsun bunlar da aynı hakları taşıyacaklardır."

 

 

1463: Sultan Mehmed II's firman grants freedom to Bosnian Franciscans after the Ottoman conquest of Bosnia

   


Mehmed II
's ahidnâme to the Catholic monks of the recently conquered Bosnia, issued in 1463, granting them full religious freedom and protection

 

 

The Franciscans order arrived in Bosnia in the later half of the 13th century, aiming to eradicate the teachings of the Bosnian Church. The first Franciscan vicariate in Bosnia was founded in 1339/40. The province itself is the only institution in Bosnia and Herzegovina which has operated uninterruptedly since the Middle Ages.[2]

The Franciscan order was allowed by Sultan Mehmed II the Conqueror in the Ottoman Empire in 1463, after the Ottoman conquest of Bosnia and Herzegovina. Friar Anđeo Zvizdović of the Monastery in Fojnica received the oath on May 28 of 1463 at the camp of Milodraž.[2][3][4]

The Ahdname of Milodraž stated:

"I, the Sultan Khan the Conqueror, hereby declare the whole world that, the Bosnian Franciscans granted with this sultanate ferman are under my protection. And I command that:

No one shall disturb or give harm to these people and their churches! They shall live in peace in my state. These people who have become emigrants, shall have security and liberty. They may return to their monasteries which are located in the borders of my state. No one from my empire notable, viziers, clerks or my maids will break their honour or give any harm to them!

No one shall insult, put in danger or attack these lives, properties, and churches of these people! Also, what and those these people have brought from their own countries have the same rights...

By declaring this ferman, I swear by a great oath; by the Creator (Allah), Who has created the Heavens and the Earth and Who feeds all of his creatures, by seven of his Holy Books, Allah's Great Prophet Mohammed and 124.000 former prophets, and by my sword that no one from my citizens will react or behave the opposite of this ferman!"

The original edict is still kept in the Franciscan monastery in Fojnica. It is one of the oldest surviving documents on religious freedom. In 1971, the United Nations published a translation of the document in all the official U.N. languages. The ferman was republished by the Ministry of Culture of Turkey for the 700th anniversary[when?] of the foundation of the Ottoman State.[citation needed]

Without a regular hierarchy of bishops in place, the diocesan clergy fell into decline and disappeared by the mid-19th century. To support the local church which was functioning without resident bishops, the Holy See founded an Apostolic Vicariate for Bosnia in 1735, and assigned Franciscans as apostolic vicars to direct it. The Franciscan Province of Bosna Srebrena was restructured to correspond to the borders of Ottoman rule in 1757; it split in 1846, when friars from the Kresevo monastery broke off to found the monastery at Siroki Brijeg. A separate Franciscan jurisdiction (a "custody") was established for Herzegovina in 1852. Pope Leo XIII raised it to the status of a province (the Province of the Assumption of the Blessed Virgin Mary) in 1892.[5] [6]

.

 



   

Reformlar

Reformlar

  • Reform bir özgür istenç sorunudur ve geleneksel kültürün sonudur. Ordudan eğitime, devletten ekonomiye reform ancak özgürlük temelinde olanaklıdır.
  • Osmanlı İmparatorluğunun Müslüman, Ortodoks ve Katolik Hıristiyan ve ayrıca Yahudi milletleri içinde hiç biri bir Yurttaş Toplumu oluşturacak politik bilincin doğuşuna uygun bir dinsel karakter taşımıyordu.
  • Protestan Reformasyon doğrudan doğruya Katolik inanca (ve eşit ölçüde Ortodoks inanca) karşı yapılırken, Yahudilik ise kavramı gereği bir eşitler toplumunun oluşumuna uygun değildir. Müslümanlık ancak bir kullar toplumunu tanıdığı için Yurttaş Toplumu kavramı ile asıl öğresitinde uyumsuzdur (ayrıca modern Aile ve Devlet kavramları ile de). Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa'nın entellektüel etkisinin sonucunda reform bilinci doğmaya başlamış olsa da, reformlar kültürün geleneksel karakteri ile uzlaşmaları için bir kez daha reformdan geçirildi ve etkisizleşti.

 

Kullar gündelik gereksinimlerini karşılama zorunluğu dışında, tarım, tecim ve işleyimden uzak dururlar, çünkü her üç için de gereken mülkiyet hakkından yoksundurlar. Böyle ekonomi pazar uğruna ve artı-değer elde edme uğruna üretim değildir. Bu sağ kalma ekonomisidir ve gerçekte bir ekonomi bile değildir. Osmanlı İmparatorluğunda Müslümanların tecim ve işleyimden, genel olarak ekonomiden uzak durmaları keyfi ya da raslantısal bir fenomen değildir. Kullar eylemde bulunamazlar.

Osmanlı İmparatorluğunda toprakta özel mülkiyet yoktur ve ormanlar, tarım alanları, otlaklar vb. tümü de devlet mülkiyeti idi (“Miri Arazi”). Başka bir deyişle, tüm toprak mülkiyeti İmparatorlukta biricik tüzel "kişi" olan ve tüm hakkı tekil istencinde yoğunlaştıran Sultana aitti. Sultan toprağı dilediği gibi kullanabildiğine göre, onu başkalarına kiralayabilirdi. Topraklar getirdikleri gelire göre Tımar, Zaamet, Has olarak sınıflandırılırdı. Has araziler sultanlara, şehzadelere ve başka akrabalara ayrılırken, küçük alanlar için köylülere ve çiftçilere belli koşullar ile kullanım hakkı verilirdi. Bu son grup aşar ya da öşür olarak %10 oranında vergi öderdi. Bireysel köylü vergi oranı tarafından yıldırılmaksızın daha çok üretim yapabilse de, bu durum ekonominin genel olarak bir karın doyurma ekonomisi olduğu olgusunu değiştirmez. Toprak henüz birincil olarak kapital olma karakterini taşımaz. Ve toprağın ve başka yaşam gereksinimlerinin dışında henüz özel mülkiyet olma belirlenimini üstlenecek bir anamal birikimi yoktur.

Benzer olarak aynı dönemlerde başlıca Fransa'da olmak üzere feodalizmden temizlenen Avrupa ülkelerinde de toprak olması gerektiği gibi tekerkin mülkü idi, çünkü istençsiz halkların Kralı biricik politik istenç ve güç idi. Osmanlılarda ve benzeri saltık tekerkliklerde bireylere tanınan "mülkiyet" gerçekte özel mülkiyet değil, yalnızca kullanım hakkı idi. Bu tür bir düzenlemenin iyi işlediğini ve haklı olduğunu söylemek çocukça konuşmaktır çünkü onda bireysel hak tanınmaz ve değişimsiz ve gelişimsiz gelenek yaşamı yalnızca kendini yineler. Bireysel özgürlük bütünüyle başka birşey, ve kul bilinci için yanlış, haksız ve korkutucu birşeydir.

Modern tine ait olan özel mülkiyet hakkı yalıtılmış bir hak değildir ve tam bir özel tüzenin ve onun tekil öğelerinin gelişimi ile de özsel olarak bağıntılıdır (örneğin sözleşme yapma, kalıt bırakma hakkı ve genel olarak ekonomik sürecin gerektirdiği daha başka bileşenleri).

 



III. Mustafa (1717-1774) (1757–1774)

III. Mustafa

  • Babası III. Ahmed (1703-30) ve annesi Mihrişah Kadın idi.1757'den ölümüne dek Sultan olan Mustafa nın
  • Bir şair ve bilgin olan III. Mustafa (1717-1774) 1757 ve 1774 yıları arasındaki Sultanlığı sırasında hükümette ve orduda reformlar yaptı. Toplumun etik yapısının modernleşmeye izin vermediğini göremediği için, semptomatik çözüm arayışları sonuçsuz kaldı. Açılan bir mühendislik okulu Yeniçeriler tarafından kapatıldı. İmparatorluğu yeniden diriltme umudunu aynı yenilikçi tin içinde yetiştirilen oğlu Selim'e bağladı. III. Selim 1789'da Sultan olduğu zaman babasının politikasını daha enerjik olarak sürdürdü.
  • İstanbul'un kalkındırılması için çabaladı ve Süveş Kanalı projesini onayladı.
  • Rus-Osmanlı Savaşı (1768-1774) ve arkasından imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması (1774) ilk uyarı idi.
  • III. Mustafa Yedi Yıl Savaşlarına (1756-63) katılmayı kabul etmedi. Prusya ile bir dostluk anlaşması imzaladı (1761).
  • Kırım'ın Rusya'ya yitirilmesi ve Kagul ve Çeşme yenilgileri (1770) sonunda Mustafa'ya orduda reformun gerekli olduğunu gösterdi.

 

Mustafa (1717-1774) ve II. Frederick (1712-1786)

III. Mustafa ve II. Frederick

  • III. Mustafa kendisi gibi bir şair ve besteci olan Prusya Kralı Büyük Frederick'in hayranı idi.
  • Frederick de henüz 2 milyon nüfusu ile önemsiz bir Avrupa devleti olan Prusya'yı güçlendirmek için III. Mustafa'nın yaptığı gibi ordudan işe başladı. Devlet gelirlerinin %50 kadarının ordu harcamalarına ayırdı. Öldüğü zaman Prusya'da 6 milyon kişi yaşıyordu ve yüzölçümü 120 bin km2den 195 bin km2ye çıkmıştı.

 


Friedrich II. ya da Friedrich der Große (1712-1786).

 



 



III. Selim

III. Selim (1761-1808) (1789-1807)


III. Selim'in tahta çıkış töreni, Topkapı Sarayı, 1789. (Tablo Konstantin Kapıdağlı tarafından)

Gizemcilikten etkilenen ve bilicilere inanan III. Mustafa'nın ve Gürcü kökenli Mihrişah Sultan'ın oğlu olan Selim babasından daha sağduyulu idi ve yazın sanatı ve kaligrafiye düşkündü.

  • Osmanlı İmparatorluğunun bugün de Cumhuriyet biçimi altında sürmekte olan özgürleşme ve modernleşme çabalarını başlatan III. Selim (1761-1808) bir şair ve besteci idi. Reformlarına en iveğen gördüğü noktadan, ordudan başladı ve Sultanlığı sırasında ilkin enerjisinin çoğunu askeri reformları gerçekleştirmeye ayırdı. Toplumsal ve ekonomik reformlara da yönelmesine karşın, bütünsel bir yenileşmeye yönelmek yerine dahaçok eski olanı iyileştirmeye çalıştı ve bunda ancak bölümsel olarak başarılı olabildi.
  • Nizam-ı Cedid ya da Yeni Düzen olarak bilinen reformlar askeri yeniden yapılanma konusunda olduğu gibi eğitim, yerel yönetimler ve vergilendirme konusunda da yeni düzenlemeler getirdi. Bu dönemde modern askeri okullar açıldı ve önemli Avrupa başkentlerine Osmanlı büyükelçileri atandı.
  • Selim'in yenilikleri onları varoluşları için gözdağı olarak anlayan tutucu Yeniçeriler, derebeyleri ve çoğu her yeniliği İslamın çiğnenmesi olarak gören ulema koalisyonu tarafından kolayca geri alındı ve kendisi öldürüldü. Selim Despotların biricik dilinin şiddet dili olduğunu ve gücü hak olarak gördüklerini bilmiyordu.
  • Reformların güçlü bir destekleyicisi olan Alemdar (Bayraktar) Mustafa Paşa 40.000 (ya da 15.000) Arnavuttan ve Bosnalıdan oluşan askerlik ordusu ile III. Selim'i kurtarmaya geldiği zaman iş işten geçmiş, Selim öldürülmüştü. Alemdar Mustafa Paşa (Arnavut kökenli; 1765-1808) onun yerine Selim'in kuzeni olan II. Mahmut'u (1808-1839) tahta geçirdi ve kendisi Vezir oldu.
  • Reformist Alemdar Mustafa Paşa asıl egemen kendisi imiş gibi davranmaya başladı. Dahası, kendisi ve çevresindekiler yolsuzluklara karıştılar ve kendilerine karşı yaygın bir düşmanlık yaratmaya başladılar.
  • 1808'de ocaklarının kaldırılacağı yolundaki yanlış haberler üzerine ayaklanan Yeniçeriler saraya baskın düzenlediler. Paşa kurtuluş şansının olmadığını anlayınca bir mahzendeki barutu patlarak kendisini ve onunla birlikte yüzlerce yeniçeriyi öldürdü. Yeniçerilerin isyanının büyümesine karşın, II. Mahmut yeniçerilerin istemlerine boyun eğmedi, onlarla çatışmayı göze aldı ve reformistler ve tutucular arasında geçici bir denge durumu doğdu. Mahmut yalnızca askeri reformların yeterli olmadığını, devlet kurumlarında ve toplumunun bütününde değişimlerin başlatılması gerektiğini anladı.

 



Anadolu Beylikleri

Anadolu Beylikleri

Birer küçük krallık ya da prenslik gibi olan Beylikler Anadolu'da ilk kez 11'inci yüzyılda kuruldular. Daha geniş bir ikinci kuruluş dönemi Selçuk Rum Sultanlığının (Anadolu Selçuklu Devletinin) yıkılışından sonra 13'ün yüzyılın ikinci yarısında yer aldı. Osmanl Beyliiği geri kalan beylikleri yenerek 15'inci yüzyıl sonlarında Osmanlı İmparatorluğuna gelişti.

 

Anadolu Beyliklerinin Listeleri

Beylikler (W)

Founded after the Battle of Manzikert (1071)

Beylik's name Capital city Duration of rule
Chaka of Smyrna İzmir 1081–1098
Shah-Armens (also called Ahlatshahs) Ahlat 1110–1207
Artuqids (three branches) Hasankeyf, Mardin, Harput 1102-1409
Danishmend Sivas 1071–1178
Dilmaçoğlu Bitlis 1085 - 1398
İnaloğlu Diyarbekir 1095–1183
Mengujekids Erzincan, later Divriği 1072–1277
Saltukids Erzurum 1072–1202
Çubukoğulları Harput 1085-1112

 


Sultan ve Av Partisi (Jean Baptiste Vanmour, 18. yy)

 

 

Founded after the Battle of Köse Dağ (1243)

Beylik's name Capital city Duration of rule
Afshar Erzurum 1480-1534
Ahiler [7] Ankara c. 1290-1362
Alaiye Alanya 1293-1471 as vassals to Karamanids
Aydinids Birgi, later Ayasluğ (Selçuk) 1300–1425
Canik Samsun- Amasya and the vicinity ?-1460
Jandarids (later called Isfendiyarids) Eflani, later Kastamonu, last Sinop 1291–1461
Chobanids Kastamonu (preceding the Jandarids) 1211–1309
Dulkadirids Elbistan, later Maraş 1348–1522
Eretnids Sivas, later Kayseri 1335–1390
Erzincan Erzincan 1379–1410
Eshrefids Beyşehir 1285–1326
Germiyanids Kütahya 1300–1429
Hamidids Eğirdir 1300–1391
Kadi Burhan al-Din Sivas (replacing the Eretnids) 1381–1398
Karamanids Larende (Karaman) 1250-1487
Karasids/Karası Balıkesir, later Bergama and Çanakkale 1296–1357
Ladik (also called İnançoğlu, dependent to Sahib Ataids and Germiyanids) Denizli 1262–1391
Menteşe Milas 1261–1424
Beylik of Osmanoğulları (later the Ottoman Empire) Söğüt, later Bursa, Dimetoka, Edirne and Istanbul 1299-1922
Pervâneoğlu Sinop 1277-1322
Ramadanids Adana 1352–1608
Sahib Ataids Afyonkarahisar 1275–1341
Sarukhanids Manisa 1300–1410
Teke (issued from the Hamidids) Antalya, later Korkuteli 1321–1423
Beylik of Dobruja Babadag 1281-1299

 

 



 



 

Osmanlı İşleyim Devrimi

Osmanlı İşleyim Devrimi

Üretim toplumun işidir, devletin değil. Ekonominin toplumun işlevi olduğu düzeye dek, işleyimselleşme bir devlet politikası yoluyla çözülebilecek bir sorun değildir. Bir istenç olarak devletin bu işlevi üstlenmesi olanaklıdır. Ama işleyimselleşme yalnızca dışarıdan teknoloji ödünç alarak ya da çalarak başarılabilecek birşey değildir. İşleyimselleşme modern toplumsal yapı ile, mülkiyet iyesi özgür yurttaşlar arasındaki pazar ilişkileri ile birlikte gider. Yurttaş toplumu karakterini kazanmaya yönelmeyen despotik kültürlerde işleyimselleşme problemi her zaman bir problem niteliğini sürdürür.

İşleyimselleşme Yurttaş Toplumunun işidir. Osmanlı İmparatorluğu ekonominin modernleştirilmesi işine giriştiği zaman, bunun yalnızca devletin kendisinin gereksinimlerini ilgilendiren tepkisel bir önlemden öteye geçmesi olanaksızdı. Ekonomi yalnızca bir devletin asker ve memurlarının giydirme, silah ve cephanesini üretme ve barakalarını yapma etkinliği değildir. Avrupa’da modern kültürün yaratıcısı olan özgür bireysellik ve yurttaş toplumu gelişirken, Osmanlı İmparatorluğunda modernleşme yalnızca Devletin güçlendirilmesi sorunu olarak görüldü. Çözüm yalnızca reformcu Padişahların istenç ve uslarından doğan yeni politik ve ekonomik düzenlemelerde arandı. Ne Osmanlı tarihinde ne de bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca ekonomik etkinliğin Devletin değil ama Toplumun işlevi olduğu anlaşılamadı. Yurttaş Toplumuna doğru gelişimi ilgilendiren her yenilik bir kullar toplumunda yalnızca tepki ile karşılandı ve bastırıldı. Despotik tin aptal tindir.

Osmanlı İmparatorluğunun nüfusu herşeden önce bir alım gücü olan bir pazar değildi. Tutumlu, azla yetinen insanlar aşağı yukarı bin yıl önce, iki bin yıl önce olduğu gibi minimal ölçeklerde üretmeyi ve tüketmeyi sürdürüyorlardı ve ekonomi bir geçim ekonomisi idi. Bu gelenek kültüründe pazar uğruna üretim gibi birşey olanaksızdı çünkü kültür despotik karakterinden ötürü her zaman mülkiyet hakkına yabancı ve kapalı bir yapı idi. Osmanlı İmparatorluğunda ahilik lonca dizgesinin tutucu etkisine ek olarak, devletin kendisinin üretime kotalar getirmesi, dışsatıma uygulanan yüksek vergiler ve başka birçok etmen ekonominin yalnızca gelişmesini engellemekle kalmadı, ama Avrupa'nın gelişmekte olan ekonomileri karşısında bütünüyle güçsüz bıraktı.

 

Osmanlılar Avrupa’da doğmakta olan yeni işleyim tekniklerine karşı bütünüyle ilgisiz değildiler. Daha 1790’larda III. Selim Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) reformları ile önce askeri gereçlerin üretimini arttırma girişiminde bulundu. 1793-4 gibi erken bir tarihte top, tüfek, mayın ve barut yapımında çağdaş Avrupa yöntemlerini ve donatımlarını getirdi. 1804’te üniformaların üretimi için bir yün fabrikasını barındıracak binaları ve Hünkar İskelesi yakınında bir kağıt fabrikası yaptırmaya başladı. Selim’in devrilmesinden ve araya giren tepki döneminden sonra, 1827’de II. Mahmut Eyüp yakınlarında bir dokuma fabrikası ve 1830’da Beykoz’da deri tabakhanesi ve ayakkabı fabrikası kurdurdu. Hünkar İskelesi’nin yakınındaki kağıt fabrikasının bir bölümü aynı yıl kumaş fabrikasına dönüştürüldü. Feshane 1835’te kuruldu. 1836’da İslimiye’de (Sliven, Bulgaristan) bir dokuma ve örgü fabrikası işlemeye başladı. Tophane yakınında kereste ve bakır rulo fabrikaları kuruldu. 1830’ların sonlarına doğru hem Tophane top dökümhanesi hem de Dolmabahçe tüfek fabrikası buhar gücü ile çalıştırılmaya başladı. Feshane dışında tüm bu kuruluşlar hükümetin ve ordunun gereksinimlerine yanıt vermek üzere gerçekleştirildi. Ama ham gereçler için iç kaynaklar, ulaşım, taşıma ve daha başka altyapı kuruluşları dikkate alınmadı. Bu “savunma modernleşmesi ” 1840’larda doruğuna ulaştı.

Kaynak: Edward C. Clark / THE OTTOMAN INDUSTRIAL REVOLUTION

Edward C. Clark

THE OTTOMAN INDUSTRIAL REVOLUTION
Int. J. Middle East Stud. 5 (1974), 65-76.

 

 



 

Tanzimat Reformunun 1841 ve 1842 gibi erken yıllarından Kırım Savaşına dek çok sayıda Osmanlı devlet fabrikası kuruldu. Planlamada ve daha başka ayrıntıları dikkate almada bu dönem tüm önceki girişimlerden çok daha başarılı oldu ve gerçek bir İşleyim Devrimi için umutları arttırdı.

1842’de Osmanlı yetkilileri Yedi Kule ve Küçük Çekmece arasında aşağı yukarı bir “endüstri parkı” denebilecek bir işleyim ve tarım kompleksi oluşturdular. Zeytinburnu’ndaki bir dökümhane ve bir dizi fabrika her türden ve çeşitli karmaşa düzeylerinde çelik ray, demir boru, pulluk, top, tüfek vb. üretimine başladı. Ayrıca dokuma ve pamuk fabrikaları da çalışmaya başlamıştı. İşçiler iki katlı barakalarda kalıyordu ve bütün bir yaşama alanı yaklaşık üç km uzunlıkta bir duvar tarafından çevreleniyordu. Yakınlarda bir teknik okul da kurulmuştu.

Yine İstanbul’da Bakırköy yakınlarında ikinci bir fabrika alanı ve Yeşilköy yakınlarında bir başka işleyim bölgesi daha kuruldu ve ileri tarım uygulayımlarının geliştirilmesi için bir okul açıldı. Küçük Çekmece’de daha önceden çalışmakta olan fabrikalar ile birlikte bütün bu proje bir tür dördü bir arada bir “Turkish Manchester and Leeds, a Turkish Birmingham and Sheffield” olmaya yazgılanmış görülmeye başladı (A. Ubicini, “Letters on Turkey,” MacFarlane çevrisi, Cilt 1, s. 58).

 

1843’te bütün kompleksi yöneten ekip İzmin yakınlarında bir başka büyük devlet fabrikası daha kurdu. Avrupa üretim tekniklerindeki önemli gelişmeler kullanılıyordu, makineler bulunabilecek en iyileri idi, ve fabrika Avrupa’da üretilen en iyi ürünlere eşit nitelikte yün giysiler üretmeye geçti. Aynı ekip Hereke’de bir pamuklu fabrikası kurdu.

1845’te hem Adalar’da hem de Maltepe’de demir çıkarılmaya başladı. Kireç İstanbul’un batısından ve kömür Ereğli’den geliyordu. 1842’de Bursa yakınlarında 15.000 nerinos koyunu için bir çiftlik ve 1850’lerin ortalarında Amerikalı bir uzman yönetiminde İstanbul’un Batısında model bir pamuk çiftliği kuruldu. 1850’de Hereke tezgahlarını beslemek üzere Bursa yakınlarında üstün nitelikle ham ipek üreten bir fabkira kuruldu. İstanbul’daki kuruluşların yanısıra 1842’de Balikesir’de bir yünlü kumaş, 1844’de İzmir’de bir kağıt fabrikası üretime geçti. Tokat’taki bakır eritme fabrikasının yanısıra Bulgaristan’da Samako’da ve ayrıca Bağdat’ta da fabrikalar kuruldu. Ve verilen bu liste tüm kuruluşları kapsamaktan uzaktır.

Tüm bu fabrikaların makineleri Avrupa’dan getirildi ve kurulmaları, işletilmeleri ve bakımları yabancı ustalar tarafından sağlandı. Başlangıçta çoğu İngiliz iken, daha sonra Belçikalı, Fransız, İtalyan ve Avusturyalı uzmanlar da çağrıldı.  Bu yabancı ustaların gözetimi altında 5.000 kadar eğitimsiz Ermeni, Bulgar, Yunanlı, Yahudi ve Türk çalışıyordu. Kadınlar ve kızların da çalışmasına karşın, çoğunluğu erkekler oluşturuyordu. Avrupa’da olduğu gibi haftada altı gün olmak üzere çalışma saatleri gün doğuşundan gün batışına kadar sürüyordu.

Kuruluş evrelerinde butün bir İstanbul kompleksinin ve Hereke ve İzmit’teki ek kuruluşların proje yönetimi Osmanlı bankacılığı ve bürokrasisi ile yakından tanışık olan Ermeni Dadian ailesi tarafından üstlenildi.  Osmanlılarda Japonya durumunda olduğu gibi bir “öykünme” öyküsü yoktur.

 

1858 Osmanlı Toprak Yasası (Arazi Kanunnamesi) Tanzimat döneminde başlatılan dizgesel bir toprak reformu programı idi. Bir Osmanlı girişimi olan Program ne bütünüyle İslamik karakter taşır, ne de Avrupa’dan etkilenmiştir. 1858 öncesinde toprak sahipliği toprak üzerinde yaşayanlar tarafından geleneklere ve törelere göre belirlenirdi. Genellikle ortak iyeliğin olmasına karşın, bireyler ya da aileler de toprak sahibi olabiliyordu. Mülk (özel), miri (kamusal), vakıf, metruk ve mevat (sahipsiz) olarak beş kategoriye göre yeni düzenleme toprakta tam özel mülkiyet ve dünya pazarı için üretim hakkını getirdi. “Mülk” toprak tüm topraklar için geçerli olmasa da özel mülkiyet kavramına çok yaklaşır ve kalıt bırakma hakkını tanır. “Miri” toprak devlet mülkiyetinde olan topraktır.

 



Devşirmeler, Yeniçeriler ve Kapıkulları

Devşirmeler, Yeniçeriler ve Kapıkulları

Avrupa'nın ilk sürekli ordusu olan Yeniçeri (Yeni Asker) Ocaklarının I. Murat (1362-89) tarafından kurulduğu kabul edilir.

Devşirmeler

Devşirme dizgesi 1300'lerde I. Murat tarafından Türk soyluların büyüyen gücüne karşı bir denge öğesi olarak kuruldu. Balkanlar'daki ve Anadolu'daki Hıristiyan ailelerin 8-18 yaş arasındaki en yetenekli çocuklar bir devşiriliyor (ya da toplanıyor), Müslüman olarak yetiştiriliyor ve eğitiliyordu. Daha sonra askerlikte ya da bürokraside görevlendirilen devşirmeler Vezirliğe dek yükselebiliyordu.

Devşirmeler köle değildiler, çünkü ailelerinden koparılmalarının insan haklarının çiğnenmesi olmasına karşın, birer mal değil idiler, ve çocuk olarak başladıkları için uyarlanmaları ve eğitimleri daha şimdiden yer almakta olan moral ve etik büyümelerinin bir başka yolda sürdürülmesi idi. Dönüşüm sürecinin sonunda Osmanlı İmparatorluğunda başka her kulun olabileceği kadar özgür idiler. Devşirme dizgesi on yedinci yüzyılda III. Ahmet (1673-1736) tarafından kaldırıldı.

 



II. Mahmut (1785-1839) (1808-1839)

II. Mahmut (1785-1839) (1808-1839)

“History will not call him a great man but it will take into consideration what he did and what he wanted to do, and on that account it will assign him a fitting and noble place among the Mussulman princes.”
(Stürmer to Metternich, Büyükdere, 1. 7. 1839, HHStA, StA, Türkei VI, 69.)

III. Selim'in reform girişimlerinin başarısızlığı II. Mahmut'u Rusya'ya karşı savaşta disiplinsiz, eğitimsiz geleneksel Yeniçeri ve Sipahi güçlerini kullanmaya götürdü. Aynı zamanda güçlü bir topçu birliği oluşturdu ve bunlar Muhmut'un denetimi altında oldukları için Yeniçerilere karşı önemli bir denge öğesi oluşturdular. Yeni savaş gemileri üretildi. kaleler onarıldı ve yeni sınır garnizonları oluşturuldu. Mahmut'un ordu üzerindeki denetimi yaygın olarak disiplinin kurulmasını ve güçlenmesini de sağladı.

Mahmut'un yönetiminin ilk yirmi yılı boyunca Yeniçeriler ve Ulema politik olarak güçlü kalmayı ve herhangi bir yenilik girişiminin başarıya ulaşmasını engellemeyi sürdürdü. Buna karşın Mahmut reformları için kendisinden yana güçlü bir politik güç oluşturmayı başardı.

  • 1827'de birleşik İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları Navarino Savaşında Osmanlı Donanmasını yendi ve bu yenilginin sonrasında İmparatorluk 1832'de Yunanistan'ın bağımsızlığını tanımak zorunda bırakıldı. Bu olay ile ve 1830'da Fransa'nın Osmanlı Cezayir ilini işgal etmesi ile İmparatorluk parçalanmaya başladı.

 


Navarino Çarpışması, 1827

  • 1826 Haziranında Yeniçeri ocağı kaldırıldı. Bu tutucu askeri elitin zayıflığı Yunanlı isyancılar ile çarpışmalarda açığa çıkmıştı.
  • II. Mahmut 1839'da ölümünden hemen önce Tanzimat Reformları için hazırlıklara girişmişti. Tanzimat Osmanlı İmparatorluğunun modernleşmesini başlattı.

 

REFORMLAR

  • Yasal reformlar ile ilk olarak Paşalar, Ağalar ve başka yetkililerin insanların mülkiyetleri ve canları üzerinde keyfi olarak uyguladıkları güçleri kısıtlandı. Yargılama hakkı Kadıların gücüne bırakıldı.
  • Vakıflar ile ilgili yolsuzlukları ortadan kaldırmak için önemlemler alındı.
  • İçki yasakları gevşetildi.

 

Navarino Deniz Savaşı / Mora'da Kitle Kıyımları

Navarino Deniz Savaşı (1827) — Bir ‘İnsancıl Müdahele’

Yunan bağımsızlık savaşı bağlamında 20 Ocak 1827’de Mora Yarımadasının batısında yer alan deniz çarpışmasında Rus, İngiliz ve Fransız donanmaları Osmanlı donanmasını (Mısır, Tunus ve Cezayir’den de tekneler ile birlikte) yendi.

1827’de Londra'da İngiltere, Fransa ve Rusya arasında bağımsız bir Yunan devleti kurma amacıyla bir anlaşma yapıldı. Londra Antlaşmasına göre bağımsız Yunan devleti Sultana "bağımlı" kalacak ve ona haraç ödeyecekti. İngiltere ve Fransa'nın çıkarları Osmanlılar karşısında Rusya'nın fazla güçlenmesini ve ileri gitmesini önlemekti. II. Mahmut anlaşmayı kabul etmeyince üç devlet Yunanlılar adına araya girdi ve Osmanlılara savaş açtı. Yer alan Navarino Deniz Savaşı bir "savaş" olmaktan çok zayıf Osmanlı filosuna karşı tek-yanlı bir saldırı olarak yer aldı.




Mora’da Kitle Kıyımları

Kitle kıyımı duyunç yokluğuna bağlıdır.

İyonya, Girit, Konstantinopolis, Makedonya ve Ege adalarında Yunanlılar kitle kıyımına uğrarken, Yunanlıların kendileri Türkleri, Arnavutları, ve Osmanlılar ile özdeşleştirilen Yunanlı ve Yahudileri kitle kıyımından geçirdiler.

Navarino Kitle Kıyımı 1821’de yer aldı. Teslim olan ve tüm mülkiyetlerinden vazgeçen Navarino yerlisi 3000 kadar Türk Yunanlılar tarafından yok edildi.

Siege of Tripolitsa

The Siege of Tripolitsa or the Fall of Tripolitsa (Greek: Άλωση της Τριπολιτσάς, Álosi tis Tripolitsás, Greek pronunciation: [ˈalosi tis tripoliˈt͡sas]; Turkish: Tripoliçe Katliamı) to revolutionary Greek forces in the summer of 1821 marked an early victory in the Greek War of Independence against the Ottoman Empire, which had begun earlier in that year.

It is further notorious for the massacre of its Muslim[1][2] Greek and Jewish population (the Massacre of Tripolitsa), which occurred after the city's fall to the Greek forces. As historian of the war W. Alison Phillips noted, "the other atrocities of Greeks paled before the awful scenes which followed the storming of Tripolitza".[8]


Massacres of Turks

Peloponnese

British historian W. Alison Phillips

"Everywhere, as though at a preconcerted signal, the peasantry rose, and massacred all the Turks—men, women and children—on whom they could lay hands. In the Morea shall no Turk be left. Nor in the whole wide world. Thus rang the song which, from mouth to mouth, announced the beginning of a war of extermination... Within three weeks of the outbreak of the revolt, not a Muslim was left, save those who had succeeded in escaping into the towns."[4]


William St. Clair

"The Turks of Greece left few traces. They disappeared suddenly and finally in the spring of 1821 unmourned and unnoticed by the rest of the world....It was hard to believe then that Greece once contained a large population of Turkish descent, living in small communities all over the country, prosperous farmers, merchants, and officials, whose families had known no other home for hundreds of years...They were killed deliberately, without qualm or scruple, and there was no regrets either then or later".[7]


The worst Greek atrocity in terms of the numbers of victims involved was the massacre following the Fall of Tripolitsa in 1822. Up to 30,000 Turks had been killed in Tripolitsa:

Philipps (1897)

"For three days the miserable inhabitants were given over to lust and cruelty of a mob of savages. Neither sex nor age was spared. Women and children were tortured before being put to death. So great was the slaughter that Kolokotronis himself says that, from the gate to the citadel his horse’s hoofs never touched the ground. His path of triumph was carpeted with corpses. At the end of two days, the wretched remnant of the Mussulmans were deliberately collected, to the number of some two thousand souls, of every age and sex, but principally women and children, were led out to a ravine in the neighboring mountains and there butchered like cattle."[10]


Massacre of Turks in Navarino

When the gates opened on the 19 August 1821, the Greeks rushed in and the whole population numbering around 3000 were killed with the exception of 160 who managed to escape.[5]

Historian George Finlay noted that a Greek priest, named Phrantzes, was an eyewitness to the massacres. Based on the descriptions provided by Phrantzes, he wrote:

"Women, wounded with musketballs and sabre-cuts, rushed to the sea, seeking to escape, and were deliberately shot. Mothers robbed of their clothes, with infants in their arms plunged into the sea to conceal themselves from shame, and they were them made a mark for inhuman riflemen. Greeks sized infants from their mother's breasts and dashed them against rocks. Children, three and four years old, were hurled living into the sea and left to drown. When the massacre was ended, the dead bodies washed ashore, or piled on the beach, threatened to cause a pestilence..." [6]

 

Massacre of Greeks

Konstantinopolis'te Yunan kitle kıyımı, 1821

Most of the Greeks in the Greek quarter of Constantinople were massacred.[22] On Easter Sunday, 9 April 1821, Gregory V was hanged in the central outside portal of the Ecumenical Patriarchate by the Ottomans. His body was mutilated and thrown into the sea, where it was rescued by Greek sailors. One week later, the former Ecumenical Patriarch Cyril VI was hanged in the gate of the Adrianople's cathedral.[23] This was followed by the execution of two Metropolitans and twelve Bishops by the Turkish authorities.[24] By the end of April, a number of prominent Greeks had been decapitated by Turkish forces in Constantinople, including Constantine Mourousis, Levidis Tsalikis, Dimitrios Paparigopoulos, Antonios Tsouras, and the Phanariotes Petros Tsigris, Dimitrios Skanavis and Manuel Hotzeris, while Georgios Mavrocordatos was hanged.[25] In May, the Metropolitans Gregorios of Derkon, Dorotheos of Adrianople, Ioannikios of Tyrnavos, Joseph of Thessaloniki, and the Phanariote Georgios Callimachi and Nikolaos Mourousis were decapitated on the Sultan's orders in Constantinople.[26]


Crete

During the great massacre of Heraklion on 24 June 1821, remembered in the area as "the great ravage" ("ο μεγάλος αρπεντές", "o megalos arpentes"), the Turks also killed the metropolite of Crete, Gerasimos Pardalis, and five more bishops: Neofitos of Knossos, Joachim of Herronissos, Ierotheos of Lambis, Zacharias of Sitia and Kallinikos, the titular bishop of Diopolis.[32]

After the Sultan's vassal in Egypt was sent to intervene with the Egyptian fleet on 1825, Muhammad Ali's son, Ibrahim, landed in Crete and began to massacre the majority Greek community.[33]


Peloponnese

Historian David Brewer writes that in the first year of the revolution, a Turkish army descended on the city of Patras and slaughtered all of the civilians of the settlement, razing the city.[37] The forces of Ibrahim Pasha were extremely brutal in the Peloponnese, burning the major port of Kalamata to the ground and slaughtering the city's inhabitants; they also ravaged the countryside and were heavily involved in the slave trade. When Ibrahim Pasha retook Tripoli in June 22, 1825, he massacred the entire Greek population, destroyed the city and tore down its walls.[38]

 



Avusturyalıların ve Prusyalıların Gözlemleri (Viyana Arşivlerinden)

Avusturyalıların ve Prusyalıların Gözlemleri
(Viyana Arşivlerinden) (PDF)

Sultan Mahmud II’s Reforms in the Light of Central European Documents
MIROSLAV ŠEDIVÝ

"As to the changes carried out in the Ottoman armed forces, Mahmud II only vaguely understood the art of warfare because he never led his soldiers in battle, for which he compensated with a taste for manoeuvres and parades. One cannot wonder that he was interested more in uniforms than in the practical skills of his soldiers and, consequently, the military band seemed to be the best trained part of the army, at least in 1829, but this troop never decides battles. This preference for the form sometimes reached absurd proportions. Königsmarck also negatively assessed the sultan’s actions doing in this regard:

“The personal vanity of the sultan, his weak character and his superficial knowledge attach more to the form than to the substance of things [and] manifest themselves at every step; they are revealed in the huge wooden edifices that he [Mahmud II] orders to be constructed and that when finished fall into ruin, in the fleet anchored along the Bosphorus where it rots but responds to salutes when shown in public, an ostentation that Admiral Roussin indicated to me last year [1836] as a luxury that France or England would not be rich enough to afford. It is necessary to say how little Sultan Mahmud comes close to Peter the Great with whom he likes to be compared when one sees that during the repairs to the fortification on the Bosphorus he had the walls whitened and crowned with wooden towers on which an immense flag with the imperial insignia was raised, that the parades of his troops about which the official newspaper informs from time to time consist of him eating and drinking in the barracks with his favourites, expecting that the soldiers under the windows will fire a quantity of powder to make the maximum noise, and that the visits to the sites have no other purpose than for him to enjoy the spectacle which is offered by a ship that is launched for the first time at sea.”19

19) Königsmarck to Frederick William III, Büyükdere, 4. 1. 1837, GStA PK, HA III, MdA I, 7279.



“The sultan, the Seraglio, the Divan, the Ministry, the Ulemas, the people – Turkish, Greek and Armenian, nothing hangs together, no one even gives a hand to help each other and understands one another; nobody agrees with anything and a remarkable dissolution exists in all areas, in all elements of the state. One would be inclined to say we are stagnating here in a state of barely organised chaos; nowhere is there any energy, any measures, unity, judgment, resolution. This is an ancient ruined edifice that hardly stands on its unsteady columns and seems to have lost its base… finally, the Ulemas start to say openly that it would be better to see and have Ibrahim [Mohammed Ali’s son] here than the sultan.”48

48) Martens to Frederick William III, Pera, 25. 3. 1833, GStA PK, HA III, MdA I, 7272.

 



 



Vivaldi (1678-1741)

Antonio Vivaldi (1678-1741)
“Dört Mevsim; Kış/L'inverno
Mari Silje Samuelson

Le quattro stagioni ya da Dört Mevsim. — 1721 sıralarında bestelenen ve 1725'te Amsterdam'da yayımlanan yapıt dört keman konçertosundan oluşur. Vivaldi o sırada Mantova'de (Mantua) bulunuyordu. Çevresindeki doğa seslerinden esinlenerek yazılan konçertolara ayrıca büyük olasılıkla Vivaldi'nin kendisi tarafından yazılmış olan dört sone eşlik eder. Konçertolar böylece programlı müziğin (bir anlatı öğesi kapsayan müzik) en erken ve en ayrıntılı örneklerinden birini oluşturur.

Concerto No. 4 in F minor, Op. 8, RV 297, "Winter" (L'inverno)

  1. Allegro non molto (in F minor)
  2. Largo (in E♭ major)
  3. Allegro (in F minor)

 

 

 



Osmanlı Hanedanı Soyağacı

Osmanlı Hanedanı Soyağacı

 



Tarihsel Veriler

Tarihsel Veriler

  • Roma İmparatorluğunun sürdürülmesi olarak görülen bir başka imparatorluk, Kutsal Roma İmparatorluğu daha sonra Habsburg egemenliği altına girdi. Habsburg hanedanı 1804'de Avusturya İmparatorluğu (Kaisertum Österreich) olarak ve bu da 1867'de Avusturya-Macaristan Monarşisi (Die Österreichisch-Ungarische Monarchie ya da kısaca Österreich-Ungarn) olarak yeniden yapılandı.
  • Adını 10'uncu yüzyılda yapılan Habsburg Kalesinden alan Habsburg Hanedanlığı Avrupa'nın en güçlü kraliyet hanedanlarından biri idi. Hanedan Bohemya Krallığı, İngiltere Krallığı, Almanya Krallığı, Macaristan Krallığı, Hırvatistan Krallığı, İllyria Krallığı, İkinci Meksika Krallığı, İrlanda Krallığı, İspanya Krallığı ve ayrıca çeşitli Hollanda ve İtalyan prensliklerinin egemenlerini çıkardı.

 

 



 

Osmanlı İmparatorluğu ve Protestanlar (1)

Osmanlı İmparatorluğu ve Protestanlar (1)

  • Osmanlı İmparatorluğu ilk kez Macaristan'daki Calvinist Protestanlar ile 16'ncı yüzyılda her iki yan da Katolik Habsburg ile çarpışma içinde iken ilişkiye girdi.
  • Osmanlı İmparatorluğu Kutsal Roma İmparatorluğunun yanısıra kendileri güçlü birer Roma Katolik Devlet olan Fransa ve İspanya ile de gergin ilişkiler içinde idi. Bu durum Protestanları Osmanlılar ile çeşitli politik, askeri ve tecimsel yakınlaşmalar ve bağlaşmalar aramaya götürdü.
  • Öte yandan, 1520-1530'larda hem Charles V hem de Ferdinand Osmanlılara karşı ortak eylem için Perslere elçiler gönderdiler. Coğrafi uzaklığın ilişkinin gelişmesine izin vermemesine karşın, Osmanlılar batıya savaş açtığı zaman Perslerin Osmanlılara saldırması konusunda bir anlaşma yapıldı.

 

Reformasyon sırasında Katolik alanlar (yeşil), Protestan alanlar (mavi) ve Müslüman alanlar (kırmızı)

 

  • 16'ncı yüzyıl Avrupasında Osmanlılar ve Katolik güçler bir yandan tecimsel ilişkileri sürdürmelerine karşın, aynı zamanda birbirleri için başlıca düşmanlar oldular.
  • Reformasyon ile dağılmaya başlayan ve bir tür iç savaşa sürüklenen Avrupa'nın durumu Osmanlılar için göreli bir üstünlük sağladı ve İngiltere, Hollanda, İsveç ve Danimarka ile yeni güçlü ilişkiler kuruldu.
  • Osmanlı millet dizgesi Yahudilere, Ortodoks Hıristiyanlara ve Ermenilere tam dinsel özerklik ve sınırlı öz-yönetim tanırken, Balkanlardaki Katolikler için böyle bir hoşgörü yoktu. Osmanlıların Avrupa'daki ilerlemeleri için başlıca engeli Katolik Habsburg oluşturuyordu.
  • Osmanlı İmparatorluğundaki dinsel hoşgörü daha sonra ortaya çıkan Protestan hoşgörünün esin kaynağı oldu. (Katolik İspanyollar İberya'ya geri alırken Engizisyon aracılığıyla tüm Müslümanları Katolikliğe dönmeye zorladılar ve formülleri "ya dönme ya da ölüm" idi. Bu nedenle en eğitimli, yetenekli ve becerikli İberyalılar kaçarak Osmanlı İmparatorluğuna sığındılar ve İmparatorluğun saygın uyrukları oldular.) Yine, Osmanlıların manastır düzenlerini reddetmeleri de Protestanları Katolik manastır düzenlerini ortadan kaldırmaya götürdü.
  • Osmanlılar Reformasyon sırasında topraklarına sığınan Huguenotlara, Quakerlere ve Anabaptistlere de tam inanç özgürlüğü tanıdılar.

 

In On War against the Turk, Luther is actually less critical of the Turks than he is of the Pope, whom he calls an anti-Christ, or the Jews, whom he describes as "the Devil incarnate". He urges his contemporaries to also see the good aspects in the Turks, and refers to some who were favourable to the Ottoman Empire, and "who actually want the Turk to come and rule, because they think that our German people are wild and uncivilized — indeed that they are half-devil and half-man". (W)

 

I. FrancisI ve Kanuni Sultan Süleyman 1536'da Fransız-Osmanlı bağlaşmasını başlattılar. (Bileşik tablodaki portreler Titian tarafından, yklş. 1530.)

Hıristiyan dünyada bir skandal olarak görülen Fransız-Osmanlı bağlaşması kesintiler ile de olsa iki buçuk yüzyıl kadar sürdü ve Napoleon'un Mısır'a girmesi ile sona erdi.

I. Francis Müslüman bir İmparatorluk ile bağlaşmaya girmesinin gerekçesi olarak Kapitulasyonlar yoluyla Osmanlı topraklarındaki Hıristiyanların haklarının koruma altına alınmasını gösterdi. Fransızlar ve Osmanlılar karşılıklı sürekli büyükelçiler atadılar ve V. Charles'a karşı önemli askeri işbirliği sürdü. Bağlaşma Fransa'nın Habsburg'dan kurtulmasını sağlamada başlıca etmenlerden biri oldu. I. Francis'in oğlu II. Henry babasının politikasını sürdürdü ve sonraki krallar da Fransız Devrimine dek genellikle Osmanlı yandaşı politikaya bağlı kaldılar. İkinci Viyana kuşatmasında XIV. Louis Avusturya'ya yardım etmeyi reddetti.

 

  • Osmanlıların Katolik Fransa ile de bağlaşma içine girmelerinin nedeni her iki yanın da Habsburg ile düşmanca ilişkiler içinde olması idi (1535'te Habsburg önderliğindeki Andrea Dorya filosu Tunus'ta Osmanlı kuvvetlerini yenmiş ve savaştan sonra 30.000 sivil öldürülmüştü).
  • 16'ncı yüzyılda Osmanlılar Hollandalıları İspanyollara karşı savaşlarında desteklediler. Hollanda 1612'de İstanbul'da sürekli bir temsilcilik kurdu. İsveç ve Danimarka ile de benzer ilişkiler gelişti.
  • Kendi Reformasyonunu ancak Anglikanizmin yarı-Katolik karakterine dek götürebilen İngiltere Osmanlı İmparatorluğunun düzenli hükümetine, eğitim dizgesine ve disiplinine, ama hepsinden önce İmparatorlukta uygulanan dinsel hoşgörü politikasına hayranlık duyuyordu. III. Murad (1574-95) Reformasyon sırasında Kraliçe I. Elizabeth ile güçlü ilişkiler kurdu. (“pride of women who follow Jesus, the most excellent of the ladies honored among the messiah’s people" — Link: Anna Suranyi, 2008).
  • Bütün bir Reformasyon boyunca Ortodoks Rusya Osmanlılar için ciddiye alınması gereken bir düşman olarak güçlenmeyi sürdürdü.
  • 1700'lerde Rusya ve İsveç İmparatorlukları arasındaki savaşta Osmanlılar İsveç'i desteklediler ve 1710'da III. Ahmed (1603-17) Lutheran XII. Charles'ı ve başka İsveçli yurttaşları sığınmacı olarak kabul etti. Osmanlı politikasında pragmatizm ve dinsel idealizm birarada işliyordu ve dinsel benzerlik ve ortak düşman etmenleri birlikte etkili oldu.
  • Bütününde, Reformasyon sırasında Osmanlı politikası ussal, dünyasal ve haktanır bir realpolitik olarak görünür. Bunun başlıca zemini Sünni İslamın ancak eşitlik ilkesinin evrensel insan haklarına uygun düşen bir politikanın izlenmesine izin vermesidir. Baştan sona bir boşinançlar dizgesi olan Roma Katolik Kilisesinin misyonu Avrupa'da insan eşitsizliğinin, gerililiğinin ve köleliğinin savunulması ve sürdürülmesi idi. Din kavramını saçmalaştıran kurumsal yapısı ile Katoliklik Osmanlılar için millet dizgesine kabul edilmesi bile düşünülmeyecek bir bozulmayı temsil ediyordu.
  • Osmanlılar Reformasyonun ikonoklazmında, papalığı tanımamasında ve manastır düzenlerini kaldırmasında kararlarında Sünni püritanizme bütünüyle uygun düşen davranışlar algılıyorlardı.



 

  • Sünni İslam ve Protestan Hıristiyanlık din kavramına en uygun dinlerdir. Hıristiyanlık Üçlülüğü (Tanrı, Oğul/Doğa ve Kutsal Tin) kabul ederken ve buna göre insan özgürlüğünü tanırken, İslam Oğulu ve bütün bir İnsanlığı Tanrı ile ilişki içinde kulluk kategorisine indirger. Protestanlıkta özgürlük gerçek politik eşitliğin doğmasına izin verirken, Sünnilikte istençsiz eşitlik bütün bir halkın depolitize olması sonucunu götürür.
  • Her iki din de tüm inananların rahipliğini ya da imamlığını kabul ederek insanüstü tanrısal güçler ile donatılı bir dinadamları sınıfının doğmasına izin vermez (Katolik rahiplik ve papalık, Şii 12 imam ve mollalık, Alevi dedelik kurumları gibi).
  • Her iki din de sonlu nesnelere kutsallık ya da tanrısallık yüklemez (Katolik ikonlar, azizler, kemikler, yontular, imgeler vb.).
  • Her iki din de evrensel insan eşitliğini kabul eder. Hıristiyanlık bütünüyle özgür insanların eşitliği düşüncesinin doğmasına ve böylece bütün bir modern kültürün gelişmesine götürürken, İslam eşitliği kulların eşitliğine indirger ve özgür bireyselliğin gelişmesine izin vermez.

 

  • Osmanlılar Avrupalı Protestanlara destek olurken aynı zamanda kendi sonlarını getirecek olan modern gözdağını güçlendirdiler.
  • Ancak Protestanlık modernleşme, uluslaşma ve ulus-devlet oluşumu sürecinin zeminin sağladığı için, Osmanlı İmparatorluğu kendi milletleri arasında herhangi bir uluslaşma sürecinin gözdağından bütünüyle bağışık kaldı. İmparatorluk sınırları içindeki Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar, Araplar ve başka azınlıklar dışarıdan kışıkırtıldılar ve kullanıldılar.
  • İmparatorluktaki Müslüman nüfus geleneksel yaşamları içinde varolmayı sürdürdü ve hiçbir zaman bir tarih duygusu kazanmadı.

 

 



Osmanlı İmparatorluğu ve Protestanlar (2)

Osmanlı İmparatorluğu ve Protestanlar (2)

  • Osmanlılar İngiltere'den Hollanda'ya, Macaristan'a Avrupa'da Protestanlığın yerleşmesi sürecinde önemli bir etmen oldular. Bunu yalnızca realpolitik uğruna ve Habsburg ile savaşlarını göz önünde tutarak yapmadılar. Protestanlık ve Sünnilik ikonoklazm, kemiklere ve azizlere tapınma, manastır düzeni gibi din kavramı ile bütünüyle ilgisi dışsal sorunlarda ("indifferent things") bütünüyle anlaşır. Ama Tanrı ve İnsan ilişkisi ve insanın değeri konusunda tam bir anlaşmazlık içindedirler. İslamın inananları Tanrının kulları olarak kabul etmesi kimi Protestanları İslamı "the epitome of antichristian darkness and political tyranny" olarak görmeye götürür.
  • Martin Luther'in (1483-1546) büyüklüğü aptallıklarını da büyük aptallıklar yapar. Anti-semitizmi hiçbir sınır tanımaz. Ve İslam hakkındaki görüşleri de sık sık çocukça ikincil kaynaklardan beslenir. Ve hiçbir zaman ne yaptığını bilmeyen ve anlamayan bu insan Reformasyonun bir numaralı önderi olmuştur. Açıkça, sola scriptura hiçbir bireysel insana dinsel ya da tanrısal yetke vermeyen İslamik Kuran görüşünden esinlendi. Yine, Hıristiyan ayinlerin çoğunun reddedilmesi, evlilik ve kadınların konumu ve teokrasi üzerine Protestan görüşler de İslamik etkiyi yansıtır.
  • Martin Luther 1543'te Kuran'ın yayımlanmasına izin verilmeyen Latince bir çevirisinin basılmasını sağladı. Kitap Luther'in kendisinin (ve ayrıca Melanchton'un) bir önsözünü de kapsıyordu. Luther'in amacı Kuran'ın gerçek yüzü dediği şeyi sergilemekti.
  • Orta Çağların sonlarına doğru Avrupa'ya egemen olan bir ahlaksızlık ve dağınıklık kültürü ile karşıtlık içinde, Osmanlılar hayranlık uyandırıcı bir dinsel disiplin ve dindarlık, askeri utkular, ve düzenli ve dayanıklı hükümet tablosu sergiliyorlardı. Osmanlılar Protestanlara hoşgörüyü de öğrettiler ve mezhep savaşlarında milyonlarca insanın birbirini parçalaması yerine barış ve dinginlik içinde yaşamanın hem uygarca hem de olanaklı olduğunu gösterdiler.
  • Protestan Hollandalılar ilkin hem Roma Katolik Kilisesine hem de Müslümanlara karşı güçlü bir düşmanlık tutumu içinde idiler. Sonra İspanyollara karşı savaşlarında Osmanlılardan yardım görebileceklerini anladılar ve önce Kanuni Sultan Süleyman ile ve daha sonra III. Selim ile anlaşmalar yaptılar. William of Orange 1566-1568 başkaldırısı sırasında Osmanlılardan İspanyollara saldırmalarını bekledi ve yardımın gelmeyişi Hollanda başkaldırısının başarısızlığının nedeni oldu. William 1574'de bir kez daha III. Selim'den destek istedi. Selim büyük bir filo ile 1574'te Tunus'u ele geçirdi ve bu durum İspanyolların Hollandalılar üzerindeki baskısını hafifletti. Selim 1575-1576 başkaldırısına da destek verdi ve Antwerp'te bir Osmanlı konsolusluğu açıldı.
  • "Liever Turks dan Paaps" ("Bir Katolik olmaktansa Müslüman olmak daha iyidir") 17'nci yüzyılda bir Hollanda belgisi idi. Zamanın Hollanda tabloları sık sık Hollanda kentlerinde dolaşan Türkleri gösterir.
  • Osmanlılar ayrıca Macaristan Protestanlarına da yardım ettiler ve 16'ıncı yüzyılda aşağı yukarı ülkenin bütününde Protestanlığın kabul edilmesini sağladılar. Ama Karşı-Reformasyon sırasında ülkenin Batı bölümü yeniden Katolikliğe döndürüldü. Bugün Macaristan'da Protestan nüfus oranı ancak %20 kadardır ve bugün Katolik Macaristan — Polonya ile birlikte — Avrupa Birliği'nde arkaik despotizmin temsilciliğini yapmayı sürdürür.

 



     

Birinci Dünya Savaşından Sonra Osmanlı İmparatorluğu (HARİTA)

Birinci Dünya Savaşından Sonra Osmanlı İmparatorluğu

Birinci Dünya Savaşından Sonra Osmanlı İmparatorluğu



Dört İmparatorluğun Sonu



1914 sonunda Halep kent özeğinden geçen Osmanlı piyadesi, Suriye, Osmanlı İmparatorluğu.

 



 

Doruğunda Protestan Reformasyon (HARİTA)

Doruğunda Protestan Reformasyon (1545-1620)

 



 

Timeline of the Turkic peoples (500-1300)

Timeline of the Turkic peoples (500-1300)

6th century

Year Event
545 Western Wei envoy to the Altai mountains. First mention of Bumin, as the leader of the Ashina clan (the aristocrats of Turks).
551 Bumin declares independence of the Turks around Altai mountains, conquers Ötüken in Mongolian Plateau and takes the title khagan (qaghan). His empire is known as Göktürk (Celestial Turk).
552 Shortly after sending his brother Istemi to the Western Regions as his yabgu (vassal), Bumin Qaghan dies. His elder son Issık becomes the khagan
554 Muqan Qaghan becomes the qaghan. After a series of successful campaigns the Göktürks begin to control the silk road.
558 In alliance with Sassanid Persia, Istemi defeats the Hephthalites and conquers Transoxania.
568 An alliance with the Byzantine Empire under Justin II is formed after a delegation of the Turks led by Sogdian Maniah arrive in Constantinople to trade silk with the Byzantines.
576 The alliance with the Byzantines ceases after the Byzantines (contrary to their agreement) accept a treaty with Avars, enemies of the Göktürks. The Göktürks seize a Byzantine stronghold in the Crimea.
580 Agathias identifies Burgunds (Βουρουγουνδοι) and Ultizurs as Bulgaric people of Hunnic circle tribes, near relatives of Turkic Cotrigurs and Utigurs.[4][5]
581 Tardush, the second yabgu in the west lay siege to Tauric Chersonesus in Crimea.
581 Two rival states in China begin to pay annual tribute to the Turkic Khaganate.
584 Taspar Qaghan dies, civil war breaks out. (Ishbara Qaghan vs. Apa Qaghan) Tardush interferes.
587 Tardush de facto ruler of the west. Period of dual khaganates. From now on the west khaganate is also called Onok.
588 First Perso-Turkic War. An attempt of the Turkic Khaganate to invade Afghanistan. But Bahram Chobin of Persia defeats the Turkic Khaganate.
593 End of Turkic interregnum.

 

7th century

Year Event
609 Shibi Khan becomes the khagan of the Eastern Turkic Khaganate.
615 Shibi Khan's advisor is executed by Pei Ju at a negotiation in Mayi; the khan retaliates by invading Yanmen Commandery during a visit there by Emperor Yang, besieging him and his court at the commandery seat (present-day DaixianShanxi). He lifts the siege following a false report from his wife, the Sui princess Yicheng, that the khaganate is under attack from the north.
618 Tong Yabghu Qaghan becomes the khagan of the Western Turkic Khaganate. He is also known as Ziebel the founder of Khazar state (or Khazaria) in Caucasus as a part of Onok.
619 Second Perso-Turkic War. Tong Yabghu Qaghan raids as far as to Isfahan; but is repelled.
625 Alliance with the Byzantine Empire under Heraclius when the emperor requests military aid from the Turks under Tong Yabghu.
626 Illig Qaghan takes advantage of the Incident at Xuanwu Gate and charges to Wei River.
627 Third Perso-Turkic WarBöri Shad conquers Derbend in Caucasus and raids Azerbaijan.
628 Xueyantuo (under the command of Yi'nan) and Toquz Oghuz defeats Yukuk Shad (shad of northern side) and Ashina She'er (shad of western side) of the Eastern Turkic Khaganate.
630 Tang China supports a revolt of vassals of eastern khaganate. Tang army under the command of Li Jing defeats the Eastern Turkic Khaganate at Battle of YinshanEmperor Taizong says It's enough for me to compensate my dishonor at Wei River (626).[6] East khaganate becomes vassal of China.
632 Khan Kubrat based Old Great Bulgaria
638 Ili River Treaty between the two wings of the Western Turkic Kaganate. (Nushibi) vs (Tulo) Ili river becomes the boundary.
639 Ashina Jiesheshuai's unsuccessful raid against Jiucheng Palace. (In popular Turkish culture, Ashina Jiesheshuai is identified as Kürşat )
640 Yukuk Shad tries to unite the Onok tribes, but soon escapes to Kunduz in Afghanistan.
642 Western Turkic soldiers retreat from Gaochang and the kingdom is captured by Tang Dynasty forces. Military conflicts against the Tang Dynasty continue for the next few decades.
644 Western Turks defeated in a battle against the Tang Dynasty in Karasahr.
648 Western Turks lose a battle against the Tang Dynasty in Kucha.
650 Khazars defeat Abd ar-Rahman ibn Rabiah of Rashidun Arabs in Caucasus.
657 China dispatches a military campaign that defeats the western khaganate. Western khaganate becomes vassal of China. During power vacuum, Turgesh tribe emerges as the leading power of Onok.
664 Peace treaty between Caucasian Albania King Javanshir (636-669) and Caucasian Huns Elteber Alp Ilitver with conditions of dynastic marriage union, Huns' takeover of all Albanian fortresses, annual tribute to the Huns, and Huns obligation to defend Albania from Arab aggression.[7]
679 Ashide Wenfu and Ashide Fengzhi who were Turkic liders of Danyu Da Douhufu made Ashina Nishu Beg a Turkic qaghan and revolts against Tang dynasty.[8]
680 Pei Xingjian defeated Ashina Nishu Beg and his army. Ashina Nishu Beg was killed by his men.[8]
680 Ashide Wenfu made Ashina Funian a qaghan and revolted against Tang dynasty.[8]
681 Treaty of 681 was concluded between Bulgar Khan Asparukh and Byzantine Emperor Constantine IV Pogonatus. The peace treaty recognized Asparukh's control over captured Byzantine territories
681 Ashide Wenfu and Ashina Funian surrendered to Pei Xingjian. 54 Turks (including Ashide Wenfu, Ashina Funian) were publicly executed in the Eastern Market of Chang'an.[8]
681 Ashina Kutlug revolts with the remnants of Ashina Funian's men.
682 Ashina Kutlug becomes Ilterish Qaghan and establishes the Second Eastern Turkic Khaganate.
685 Ilterish Qaghan defeats the Chinese in Hin Chu.[citation needed]
694 Death of Ilterish Qaghan. Qapaghan Qaghan becomes the second khagan.
698 Qapagan annexes Turkestan[citation needed] (On Oq territory).[9] against Turgesh.

 

8th century

Year Event
704 Umayyad governor Qutaibah bin Muslim invades Transoxiana.
713 Turco-Arab wars in Transoxiana. Arab victory leads to shift of power in Turkestan from Turkic Khaganate to their Turgesh vassals again.
716 First treaty with known terms between Byzantine Emperor Theodosios III and Danube Bulgaria Khan Tervel delineating borders, fixing the size of Byzantine annual tribute to the Khan at 30 lb. of gold, exchange of prisoners, return of refugees, and unimpeded trade between the two countries[10]
716 Qapaghan Qaghan was killed in his campaign against Toquz Oghuz and his head was sent to Changan.[11] Kul Tigin carried out a coup d'état. They killed Qapaghan's son and brothers and made Bilge Qaghan a Kaghan.[11]
716 (?) The first written records in Old Turkic languageBain Tsokto inscriptions of Tonyukuk. (These monuments have been erected by himself, a few years before his death.)
717 Suluk becomes Turgesh Khaghan.
718 A short period of stability in Turkic Empire. Bilge and his triumvirate (Kültiğin and Tonyukuk) suppress all revolts.
723 Governor Al-Kharashi of Umayyad Arabs massacres Turks and Sogdian refugees for the second time in Khujand
724 Turgesh Kaghan Suluk defeats superior Umayyad Arab armies by his hit and run tactics so called "The Day of Thirst" (Yawm al-'Atash)[12]
728 Turgesh Qaghan Suluk defeats Umayyad Arab armies for the second time.
730 Khazars defeat Umayyad Arab armies in southern Caucasus. But victorious general Barjik dies in the battle.
734 Death of Bilge Khagan.
735 Khöshöö Tsaidam Monuments of Bilge Khagan and his brother Kül Tigin. (Bilge has already erected Kül Tigin's monument and Bilge's son erects Bilge's monument.) Together with Bain Tsokto monument of Tonyukuk, these monuments are called Orkhon monuments. (In 2004 the monuments are included in List of World Heritage Sites in Asia and Australasia)
737 Umayyad Arabs defeat Khazars and capture Khazar capital Balanjar. Khazars soon after drive Arabs back. But the capital is shifted to Atil.
738 Suluk is assassinated.
740 Khazar khan Bulan embraces Judaism. But the subjects are free to choose their religion.
744 Turkic subjects like BasmylUyghur and Karluk who are not the members of Ashina clan stage a coup. End of Ashina clan. (except in Khazaria)
745 First Uyghur khan Kutluk Bilge. Uygurs replace Turkic Khaganate in the east and their vassal Karluks begin to conquer the former On Oq territory in the west.
747 Second Uyghur khan Bayanchur Khan who begins the construction of a big capital city Ordu Baliq
750 In Arab Empire Umayyad dynasty ends. Abbasid policy more tolerant to Turks.
751 Arabs defeat Chinese in the Battle of Talas during which 20,000 Karluk mercenaries switch to the Arab side in the middle of the battle.
753 Tariat inscriptions of Bayanchor Khan of Uyghurs. (probable date)
755 After the battle of Talas civil war in China. Bayanchor supports Chinese empreror against rebellious general An Lushan.
756 Peace treaty between Byzantine Emperor Constantine V and Danube Bulgaria Khan Kormisosh ending long period of military conflict[13]
765 Third Uyghur khan Bogu embraces Manicheism.
766 Karluks defeat Turgesh. Most of Turkestan (former Onak territory) under Karluk rule. But in the west of Lake Aral a loose confederation named Oghuz Yabgu State emerges.
789 Ediz house replaces Yaglakar house in Uigur Kaganate.

 

9th century

Year Event
815 Thirty Years’ Peace Treaty of 815 was signed in Constantinople between the Bulgarian Khan Omurtag and the Byzantine Emperor Leo V the Armenian about 30-years peace
821 Uyghurs repulse Tibetians
836 The capital of the Caliphate (Arabic Empire) is moved from Baghdad to the new city of Samarra by Caliph Al-Mu'tasim because of unrest caused by Turkic slave soldiers (named Mameluk). (Mameluk practice has begun shortly after battle of Talas .)
840 Yenisei Kirghiz (north) defeat Uyghurs. End of the main khaganate. But Uyghurs flee to south west.
848 Some Uyghur refuges establish a small state in Gansu, north China.
850 Supported by Uyghur refuges Karluks establish the state of Karakhanids in Transoxiana.
856 A third group of Uyghur refuges establish another state in Turpan, present day Xinjiang, west China.
868 Ahmad ibn Tulun, a Turkic mameluk general in Arab army founds Tulunid dynasty in Egypt.
881 Three Khazar tribes collectively named Kabar diverge from the main body and move westwards together with the seven tribes of Magyars.
892 Khazars force Pechenegs to west who in turn force Magyars to Hungary.
898 Treaty of 898 between the Bulgarian Tsar Simeon and the Byzantine Emperor Leo Choerosphactus after a devastating unprovoked war on Bulgaria from two sides and final Bulgarian victory resumes Byzantine payment of annual tribute to Danube Bulgaria[14][15]

 

10th century

Year Event
914 Treaty of 914 was a peace treaty concluded between Pechenegs and a prince of Rus principality Igor
924 Mongols of Khitan drive Kyrgyz out of Mongolia. Some Kyrgyz return to Yenisei region and some flee to present day Kyrgyzstan.
932 Saltuk Buğra Khan of Karakhanids embrace Islam. The first Turkic monarch to do so.
940 Byzantine-Kievan Rus' alliance against Khazars. Khazar Khannate loses Crimea.
941 Gansu state (Sari Uyghurs) becomes vassal of China.
960 Khazar Correspondence between Hasdai ibn Shaprut (of Córdoba) and Khagan Joseph of Khazars.
963 Alp Tigin a Turkic general establishes Ghaznavids as a vassal state of Samanids
969 Rus-Kyiv capture Khazar capital Atil.
977 Under Sebük Tekin Ghaznavids become a Muslim sultanate (empire).
985 A big Turkic tribe (Kinik) under the leadership of Selçuk migrates from Khazar (Oguz ?) territory to suburbs of the city Jend (which is now in South Kazakhstan).
999 Dissolution of Oguz confederation by Kipchaks.

 

11th century

Year Event
1016 Khazar Kaganate dissolves under pressure from Rus-Kyiv and Kipchaks.
1037 Rus-Kyiv defeat Pechenegs.
1038 Seljuk's grandsons Tugrul and Chaghri conquer the historical city of Merv in present-day Turkmenistan and declare independence. Beginning of the Great Seljuk Empire.
1040 Tugrul and Chagri of Seljuk Turks defeat a Ghaznavid army at the battle of Dandanaqan and begin to settle in eastern Persia.
1042 Civil war in Karakhanid teriitory. East and west Karakhanids.
1048 Ibrahim Yinal (Tugrul's uterine brother) of Seljuk Turks defeat a Byzantine-Sakartvelobantustan army at Battle of Pasinler (also called battle of Kapetrou). Turks in East Anatolia.
1050 Pechenegs raid Byzantine territories.
1055 After a series of victories Tughrul is declared sultan (of Great Seljuk Sultanate) by the caliph.
1071 Alp Arslan of Seljuk Turks defeat Romanos Diogenes of Byzantine in the battle of Manzikert.
1072 Death of Alp Arslan. Malik Shah becomes the sultan.
1072 Danishmend Gazi who is the hero of epic tales Danishmendname founds a principality around Sivas, central Anatolia (i.e., Asatic side of present Turkey).
1072 Divan'ı Lügat'ı Türk. A book written by Kaşgarlı Mahmut of Karakhanids to be presented to Caliph, about Turks.
1077 Süleyman I (a cousin of Melik Shah) founds a state in what is now west Turkey. Although a vassal of Great Seljuk Empire it soon becomes totally independent. (Seljuks of Rum, Seljuk Sultanate of Rum, Sultanate of Rum, Seljuks of Turkey, Seljuks of Anatolia, Sultanate of Iconium are among the many names used for this state)
1077 Emergence of Khwarezm dynasty as a vassal of Great Seljuk Empire.
1081 Tzachas of Smyrna founds a beylik (principality) in İzmir, Western Anatolia and emerges as the first sea power in Turkish history.
1085 Tutush I, Malik Shah's brother founds a short lived principality in Syria.
1089 Hungarians defeat the Kipchaks.
1091 Kipchacks defeat the Pechenegs.
1093 Kipchacks defeat Sviatopolk II of Kyivian Rus in the Battle of the Stugna River,
1096 Kılıç Arslan I of Seljuks defeats People's Crusade.
1097 During First Crusade Crusades defeat Seljuks at the Battle of Dorylaeum. Capital İznik captured by Crusades (New capıital Konya)

 

12th century

Year Event
1101 Kılıç Arslan I of the Seljuk Sultanate of Rûm defeats Stephen of Blois and Hugh of Vermandois, of the second wave of First Crusades.
1104 Tuğtekinatabeg of Damascus founds a short lived principality in Syria. First example of a series of Seljukid atabeg dynasties.
1121 A Seljuq army led by the Artuqid Ilghazi of Mardin is defeated by the Georgians near Tiflis.
1128 Zangi, atabeg of Mosul and Aleppo founds Zengid dynasty.
1141 Mongols of Khitan defeat Great Seljuk Sultan Sanjar in the Battle of Qatwan.
1146 Ildeniz, atabeg of Azerbaijan founds a dynasty, being the first independent Turkic dynasty of Azerbaijan.
1147 During Second CrusadeMesud I of Seljuk Sultanate of Rûm defeats Holy Roman Emperor Conrad III in the second battle of Dorylaeum and French king Louis VII at battle of Laodicea.
1153 Great Seljuk sultan Sanjar is defeated by his Oguz vassals.
1154 Oghuz Turks destroy Library of Nishapur[16]
1176 Kılıç Arslan II of Seljuks defeats Manuel I Komnenos of Byzantine Empire in the battle of Myriokephalon.
1178 End of Danishmends. Their territory is annexed by Kılıç Arslan II.
1190 German Holy Roman emperor Frederick I Barbarossa and a contingent of the Third Crusade defeat the Turks at the Battle of Konya (Iconium) in Southern Anatolia. He subsequently drowns whilst crossing the Göksu River, near Silifke.

13th century

Year Event
1202 Seljuk Sultanate of Rûm defeat Saltukid principality and annex north eastern Anatolia.
1205 After the disintegration of Great Seljuk Sultanate, Kharzem shahs declare independence and conquer most of former Seljuk territory.
1206 Slave dynasty of Delhi established by Qutb-ud-din Aybak in India.
1209 Turpan Uyghurs become vassals of the Mongols.
1209 Birth of Nasreddin a satirical Sufi figure in Akşehir, Western Anatolia. His anecdotes and jokes, especially those involving Mongol overlords after 1243, are always very popular in all Turkish-speaking countries.
1211 Mongolic Khitans end East Karakhanids.
1212 Khwarezm shahs end West Karakhanids.
1220 Alaaddin Keykubat I becomes the Seljuk Sultan of Rûm.
1220 Mongols end Khwarezm Shāh.
1224 The Qarlughids of Bamyan and Kurraman is establish their kingdom.
1230 Alaaddin Keykubat I of Seljuks defeats Jalal ad-Din Mingburnu in the battle of Yassıçemen
1236 Razia Sultana of Delhi sultanate, the first female ruler in Islamic countries.
1239 Revolt of Baba Ishak. A revolt of Turkmen (Oguz) and Khwarzem refuges who have recently arrived in Anatolia. (The revolt is bloodily suppressed. But the sultanate loses power.)
1241 Mongols defeat Kipchacks.
1243 Mongols defeat the Seljuk Sultanate of Rûm in the battle of Kösedağ
1250 Aybek, a member of a cast of Kıpchack soldiers establishes Mameluk dynasty in Egypt
1260 Mameluk general (later sultan) Baybars defeats Ilkhanate leader Hulagu in Battle of Ayn Jalut.
1277 Karamanoğlu Mehmet Bey a semi independent bey (prince) in Anatolia (also a short term vizier of Seljuks) declares Turkish as the official language in his reign.
1293 Codex Cumanicus A Kipchack dictionary written for Latins.
1299 Ottoman Empire was founded by Osman I

 



 

Göktürk Family Tree

Göktürk Family Tree (W)


The color legend is as follows:

 



 



 

 

 

 

İdea Yayınevi Site Haritası | İdea Yayınevi Tüm Yayınlar
© Aziz Yardımlı 2017-2018 | aziz@ideayayinevi.com